Başlığımız, büyük velî Yûnus Emre Hazretleri'nin bir mısrasından alınmıştır. Mevzûmuza başlarken, Yûnus Emre gibi şahısların, inzivâya çekilip, dünyâ işlerinden uzak bulunduklarının umûmî bir kanaat olması sebebiyle, bunun böyle olmadığının, tam aksine, onlar, ibâdetlerini yaparlarken "Halk içinde, Hakk'la beraber" bulunduklarının bilinmesinde fayda vardır.
Buna; "Zâhiri halk, bâtını Hakk ile olmak" da denilir.
Şüphesiz ki, insan, âile ocağından îtibâren bir cemiyet içinde yâni 'halk' ile birlikte yaşar. Halk'ın içinde iken, Hakk ile beraber olmak, hem bir emir ve hem de bir mecbûriyettir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, Yüce Allah, meâlen, şöyle buyurur: "(Öyle) adamlar/ insanlar vardır ki, onları, ne ticaret, ne alış-veriş, Allahü teâlâyı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz" (Nur, 37)
Peygamber Efendimiz de: "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır" buyurmaktadır ki, bu da, hem "halk" ve hem de "Hakk" ile berâber olunması gereğine işâret etmektedir.
Yûnus Emre, bu mübârek sözlerin tâkipçilerinden biri olarak, başlığa aldığımız mısranın tamamında şöyle der:
"Bu dünya bir evrendür âdemleri yudıcı
Bize dahı gelüben yuda toyına birgün" ( Yûnus Emre Dîvânı, Hazırlayan: Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul 2006, Sf. 153)
"Evren"; ejderhâ, büyük yılan demektir. Bugün, bu kelime, maalesef, Türkçe'mizde yapılan tahribat sebebiyle, "kâinat" kelimesinin yerine kullanılmaya başlanılmış ve asıl mânâsı terkedilmiştir.
Şanlı Peygamberimiz: "Dünya âhiretin tarlasıdır." buyurmaktadır. Peki öyleyse, mâdemki "Bu dünya", "âhiretin tarlasıdır", niçin, o, " bir evren" yâni ejderha olsun?
Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmaktadır: "Doğrusu biz insânı imtihan etmek için...yarattık" (İnsân / Dehr, 2)
Çünkü; dünyâ, ölüm öncesindeki sürenin hayatıdır. Ölüm sonrası süresinin hayatına ise, âhiret denir. Selîm akıllı bir insanın, hangi hayat için daha çok çalışmasının gerektiği düşünülmelidir. Elbette ki, en uzun süreli olan hayat için değil mi? Peki; âhiretteki hayat için, âhirette çalışmak mümkün müdür? Hayır!..
O hâlde?..
Demek ki, dünya hayatının idâmesi ve âhiret hayatının da huzurlu geçmesi için çalışılması gereken tek mekân yine fâni denilen bu dünyâdır. Mükâfat da ve cezâ da, buradaki amellere göredir.
İnsan, bu fâni dünyâya ne kadar iltifat eder bağlanırsa, onu ne kadar çok severse, bu bağlılık ve sevgiyle de haramlara ne kadar temâyülü bulunursa, yaşayacağı âhiret hayatında, "Bu dünya" onun için "bir evren" olur.
Yûnus Emre, bir başka şiirinde de şöyle der:
"Niçe bir besleyesin bu kaddile kâmeti
Düşdün dünye zevkına unutdun kıyâmeti
Düriş kazan yi yidür bir gönül ele getür
Yüz Kâ'be'den yiğrekdür bir gönül ziyâreti" (a.,g.,e., Sf. 227)
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerîmde şöyle buyurmaktadır: "Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir....Dünya hayatı aldatıcı bir metadır." (Âl-i İmran,185)
Bu "aldatıcı meta"dır ki, Yûnus Emre'nin dilinde korkunç bir yaratık, bir yılan, bir ejderhâ olarak ifade bulmaktadır. Bu dünyanın içkisine, kumarına, zevk ve sefâsına dalanlar, kul hakkı yiyenler, mîrî mâl'dan yâni devlet hazînesine âit maldan haksız kazanç elde edenler ve akla gelebilecek her türlü mel'aneti işleyenler için, bu dünya, budur.
Bu sebepledir ki; " İnsan, cennetini de, cehennemini de bu dünyadan kendisi götürür." demişlerdir. Bu da, herkesin, cezâsını da, mükâfatının da kendi irâdesinin tâyin edeceği mânâsına gelirr.
Dostluk köprülerini yıkanlar, bütün aşklarını ilâhî zeminde temellendirmeyenler, muhakkaktır ki, varacakları noktada, elîm bir sonla buluşacaklardır. Bu sebeple; "dünya zevkine düş"meden, çalışıp kazanarak insanları doyurmak, her mahlûka merhamet göstermek ve bir "gönüle girmek" niyetini ve maksadını taşımak lâzımdır.
Zîra; "bir gönül ziyâreti yüz Kâ'be (ziyâretinden) yiğrek (daha üstün)'tir."
Gönül, kalb'dir. Kalb kırmak, gönül yıkmakla eştir. Kâ'be, insanlar tarafından yapılmış; kalb ise, Allahü teâlâ tarafından yaratılmıştır. Kalb kırmak ve gönül yıkmak, çok uzak durulması tavsiye edilen amellerdendir.
Bu hususta, Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kalb sâlih olunca, beden de sâlih olur."
"Bir Müslümanın kalbini kırmak, haksız olarak incitmek, Kâbe'yi yetmiş defa yıkmaktan daha günahtır."
Hâliyle; mü'min Müslümanın kalbi, Allah'ın evidir. Dünyâ zevkine dalıp, âhireti unutmak, dünyâda iken, yolculuğumuzun, cehenneme doğru istikametini tâyin eder.
Yûnus Emre, sâdece yaşadığı dönemin insanlarına nasihat etmez, O'ndaki ince seziş, mükemmel takdîm, hârika kavratış, zaman zaman bir haykırışa da dönüşerek gaflete dalanları uyandırır:
"İşidün hey ulular âhır zamân olısar
Sağ müsülman seyrekdür ol da gümân olısar
Danişmend okur dutmaz derviş yolın gözetmez
Bu halk öğüt eşitmez sağır hemân olısar
Gitdi beğler mürveti binmişler birer atı
Yidüği yoksul eti içdüği kan olısar
Ya'ni er kopdı erden elin çekmez murdardan
Deccâl kopısar yirden anlar uyan olısar
Birbirne yanu yana itdüğüm kalur sana
Yarın mahşer güninde cümle ayân olısar
İy Yûnus imdi senün ışkıla geçsün günün
Sevdüğün kişi senün canuna cân olısar" (a.,g.,e., Sf. 51-52)
Yûnus Emre; sosyal mes'eleleri öylesine âhenk içersinde sunar ki, her ikisine de dalıp gitmeden insan kendini alamaz. Yâni; sosyal mes'ele'yi canlandırıştaki hüner ile, 'âhenk'li sunuştaki üstün telkin gücü, sözün tesirini birkaç kat daha artırıp içe nüfûz ettirmektedir.
Bu durum; kendini, menşeini Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerden alan Ahmed Yesevî'nin, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî'nin, Hacı Bektâş-ı Velî'nin, hâsılı bütün âlim zatların şiirlerinde kendini gösterir.
"Danişmend", okuduğu / tahsil gördüğü hâlde, amelinde noksanlık bulunursa; "derviş", hakîkat yolunda hareket etmezse ve "bu halk", nasihatten anlamaz, "sağır" bir vaziyette ise, kim kime derman olacaktır, kim kimin derdine çâre bulacaktır?
Kibire boğulmuş "beğler", cömertlikten, insâniyetten, hakkaniyetten uzaklaşmış iseler; ahali gıybete, dedikoduya, yalancılığa dalmış ise, "yidüğü"nden, "içdüği"nden kim hayır görür ?
Târih boyunca, bütün insanlık âleminin değişik coğrafyalarında ve kültür g(u)ruplarında, az veya çok, bu vakalar yaşanmamış mıdır? Tamah, bahillik, mal hırsı, kin, haset...insanı, dünyâya boyun büker hâle getirmedi mi?
Bu hususta, İmâm-ı Gazâlî Hazretleri şu ibret verici tespiti yapar: "Bil ki mal, yılana benzer. Onda hem zehir, hem de ilâç bulunur. Zehiri ilâçtan ayırmayınca, sırrı ve onu bilme tamâmen açıklanamaz." (İmâm-ı Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, Tercüme eden: A. Fârûk Meyân, Bedir Yayınevi, İstanbul 1973, Sf. 493)
Peygamber Efendimiz de: "Uygun malın uygun kimsede bulunması güzel şeydir" buyurarak; malın, ilgili kişilerde, gerektiği kadar bulunmasını tavsiye etmektedir. "Uygun mal" , "uygun kimsede" bulunmalıdır. Her malın kıymetini, her kişi bilmeyebilir. Mal da ziyân olur, insan da. Böylece; "dünyâ", "evren / yılan" olur çıkar.
Yûnus Emre, benzer serzenişlerini bir başka şiirinde de dile getirir:
"Miskin âdem oğlanı nefse zebûn olmuşdur
Hayvan canavar gibi otlamağa kalmışdur
Hergiz ölümin sanmaz ölesi günin anmaz
Bu dünyâdan usanmaz gaflet ögin almışdur
Oğlanlar öğüt almaz yiğitler tevbe kılmaz
Kocalar tâat kılmaz sarp rûzigâr olmışdur
Beğler azdı yolından bilmez yoksul hâlinden
Çıkdı rahmet gölinden nefs göline talmışdur
Yûnus sözi âlimden zinhâr olma zâlimden
Korkadurun ölümden cümle doğan ölmişdür" (a.,g.,e., Sf. 63)
Burada da, "öğüt almayan"lar, "tevbe kılma"yanlar ile, karşımıza yine "Beğler" çıkmaktadır. "Beğler", idâreciler yâni hâkim unsurlardır. "Beğler"in "yolından azma"sı, "yoksul hâlinden bilmeme"si, onların,"Rahmet gölünden çıkıp nefs gölünde" boğulmalarıdır.
"Siz ne hâlde iseniz, başınıza o hâlde idâreciler gelir" hadîs-i şerîfi ile, "İdâre ettiği kimseleri aldatan idâreci cehennemdedir" hadîs-i şerîfi bu "beğler" ve bu halk'ın hâlini îzah için kâfidir.
Yûnus Emre; bu dünyâ hayatının, âhiret hayatı yanında bir hiç olduğunu ifade ettiği mısralarında, dünyânın, bir "kahır evi" olduğunu söyleyerek, iki dünyâ arasında bir mukayese yapar:
"Gerekmez dünyeyi bize çünki bâki bünyad değül
Bir kul bin de yaşarısa ölicek bir saat değül
Bu dünye kahır evidür nice ömürler eridür
Uçmakda huy satun kişi yalan yanlış gaybet değül"
Yûnus Emre'nin, dünyâya dâir şiirleri pek çoktur. Herbirinde, bu dünyânın gelip geçici olduğunu, bu sebeple de, ona fazla îtibâr edilmemesi gerektiğini sık sık tekrarlar. Ancak, ısrarla da, buranın, ebedî olarak kalacağımız âhiret hayatı için çok önemli olduğunu da bâriz bir şekilde ortaya koyar.
"Aşksız âdemin" bu dünyâda olmadığını belirttiği bir başka şiirinde, Allahü Teâlâ'nın, kâinatta, insanlara türlü türlü aşklar verdiğini söyler. Bu aşkların herbiri, kesretten tevhîde doğru mesâfe alıp yükselirse, insan, kendisine "lâyık" olan üstün mertebeye mutlaka yaklaşır. Mecâzî aşkını hakîkî aşka ulaşmanın vasıtası yapanlar, Rahmânî aşkla muhatap olurlar. Aksi hâlde, şeytânî bir mertebesizliğe, "aşağıların aşağısına" inerler / düşerler.
Yûnus Emre, bu aşkı, her "âdem" nezdinde hârika bir tasvir ile, ve sözü kendine getirerek, göz ile görünenlerin gelip geçiciliğine aldanmamanın gerekliliği kadar, harcanan zamana da "yazık" olduğunu beyanla şöyle der:
"Işksuz âdem dünyede bellü bilün ki yokdur
Her birsi bir nesneye sevgüsü var âşıkdur
Çalabun dünyesinde yüzbin dürlü sevgü var
Kabul it kendünüze gör kangısı lâyıkdur
Biri Rahmân-ı Rahîm biri şeytân-ı racim
Anun yazuğı müzdi sevgüsne taallukdur
Dünyede Peygamber'ün başına geldi bu ışk
Tercemânı Cebreil ma'şûkası Halık'dur
Ömer u Osman Ali Mustafâ yârenleri
Bu dördinün ulusı Ebu Bekr-i Sıddık'dur
Âlem fahri Muhammed mi'râca ağıcağız
Çalabdan diledüği ümmetine azıkdur
Yûnus sana hakîkat budurur buyurduğı
Gözünle gördüğüne dönüp bakma yazıkdur" (a.,g.,e., Sf. 40)
Bütün bunların, belki de hulâsası şu beyitlerde düğümlenebilir:
"Sen canından geçmedin cânân arzû kılursın
Bilden zünnâr kesmedin imân arzû kılursın
"Men arefe nefsehu" dirsin evet değülsin
Melâikden yukaru seyrân arzû kılursın" (a.,g.,e., Sf. 163)
"İmâm-ı Rabbânî gibi tasavvuf büyüklerine göre, Muhyiddin-i Arabî Hazretleri'nin "Füsûs-ül Hikem" adlı kitabında ortaya koyduğu "vahdet-i vücûd" telâkkisi, tasavvufun başlangıç noktası olan "fenâ mertebesindeki velînin" sübjektif müşahedelerinden ibarettir. Bilindiği gibi, "fenâfillah" velâyetin başlangıcındadır ve "bekâbillah" mertebesinden uzaktır. Bu durumdaki velî, "lâ mevcude illallah" (Allah'tan başka varlık yoktur) diyebilecek bir ruh hâli içinde, âdeta boğulmuştur. Yâni, "fenâfillah", yaratılmışları ilâh bilmemekte ve fakat Allah'tan başka varlık da görememektedir. Bu konuda, Mevlâna Celâleddîn şöyle buyururlar:
"Kul, kendinden büsbütün geçmedikçe, onun gönlünde tevhid gerçekleşmez. Tevhid demek, senin varlığının O'nunla birleşmesi demek değildir. Yoksa, bâtıl bir şey Hak olmaz." (Rubâîler, Rubai: 464)" (Bknz: S. Ahmet Arvasî, Size Sesleniyorum - 1, Model Yayınları, İstanbul, 1989, Sf. 48)
"Cânân" ile yakınlaşman için, ey kul, önce nefsinin arzûlarından vazgeçmelisin. Hâlâ "papazlar" gibi davranırsın, onlarla irtibatını kesmezsin, bir de, kendini, "îmân" ile haşir neşirmiş gibi gösterirsin.
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir" kelâm-ı kibârını, dilden söylersin de, maalesef, öyle değilsin. Bununla birlikte, Meleklerden yukarılarda yâni onlardan üstün olmayı da arzû etmekten geri durmazsın.
Bunun, tam bir 'riyâkârlık' olduğunu îmâ eden Yûnus Emre, insana, sâmimî olmasını da telkîn etmektedir.
Görüldüğü üzre, Yûnus Emre, hayatın her türlü hâdisesi karşısında çâre bulucudur. Hiçbir zorluğun, O'nu çâresiz bıraktığını müşahede etmemekteyiz. Çünkü, bir Müslüman, bir mü'min için ümitsizlik yoktur ve çâre kaynağı bellidir.
Hulâsa olarak; O, bize, şunu anlatıyor: Bu dünyâ; huzuru, hem bu dünyâda ve hem de ebedî âlemde bulabilmenin mekânıdır. Aksi hâlde; "âhiretin tarlası" olan dünyâ, hem buradaki hayatta ve hem de âhiret hayatında, insan için bir "kâbûs", bir "yılan" oluverir.
İnsanoğlu, bu dünyâyı, kendi eliyle bir ateş küresi hâline getirirse / getirmişse, bu durum, bu târiften başka ne olabilir!