Ordu; bir milletin kendi "özünden çıkmış", birinci derecede, fert fert "canı"nın, bundan hareketle "nesli"nin ve "malı"nın korunmasını sağlayan; sevgi, şefkat ve merhamet hislerini taşımasına rağmen, milleti adına ve milleti için, aynı derecede " gözüpek insanlar" dan meydana gelen mukaddes " bir millî müessese"dir.
Yüce dinimiz İslâm'a göre; varlıkların " en güzeli" ve " en şereflisi" olarak yaratılan insanın huzur ve güven içersinde yaşayabilmesi için, olmazsa olmazı kabûl edilen ve korunması elzem olan beş temel esas ( unsur, ilke, umde veya şart) vardır.
Bunlar; "can, akıl, din, nesil ve mal"dır ki, bunların, fert, cemiyet yâhût millet seviyesinde, geniş bir kucaklamayla muhafaza altına alınabilmeleri, ancak ve ancak büyük ve millî bir teşkilâtla ve bu teşkilâtın sağlayacağı " hâkim kuvvet"le mümkündür.
Muhakkaktır ki, bu ordu, her şeyiyle "millî"dir. Ve; bu sebepledir ki, ordusuz millet, dolayısiyle ordusuz devlet olmaz.
Şanlı Türk Ordusu; Nuh aleyhisselâmın oğlu olan Yâfes'in küçük oğlu Türk'ün neslinden Kara Han'ın oğlu Oğuz Kağan tarafından, milâttan önceki bin yıl içinde Ortaasya'da kurulmuştur ki, Oğuz Kağan, aynı zamanda Ortaasya'da kurduğu ilk Türk Devleti olan Hun Devleti'nin de hükümdarıdır.
Türk ruhu, ictimâî hayatı ve cihangirliğinin ilk mevyası olan " Oğuz Kağan Destanı"nda, Türk kahramanlığı şu mısralarla sunulur:
"men sinlerge boldum kagan, alalıng ya takı kalkan, tamga bizge bolsun buyan, kök böri bolsungıl uran; temür çıdalar bol orman, av yirde yürüsün kulan, takı taluy, takı müren, kün tuğ bolgıl, kök korıkan" (Bknz: Oğuz Kağan Destanı, Muharrem Ergin'in Önsözü'yle, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1970, s. 20)
Yâni:" Ben sizlere oldum kağan,
Alalım yay ile kalkan,
Nişan olsun bize buyan,
Bozkurt olsun (bize) uran,
Demir kargı olsun orman,
Av yerinde yürüsün kulan,
Daha deniz, daha müren,
Güneş bayrak, gök kurıkan."
( buyan=uğur; uran= savaş bağırışı, nârası; müren=nehir; kurıkan= çadır) ( Bknz: a. g. e. , s. 5)
İşte, o gündür bu gündür, Türk milleti ordusuna ehemmiyet vermiş; onu "Alpler yuvası" olarak görmüş ve dâimâ onunla iftihar etmiştir.
Hele de Müslüman olduktan sonra, "Mehmetçik" olarak, dünyanın her tarafında, "gaazilik" ve " şehitlik" pahasına, gözünü kırpmadan İlâ-yı kelimetullah uğruna dini, vatanı, milleti ve bayrağı için savaşa koşmuştur.
Mütefekkir S. Ahmet Arvasî'nin şu tespitlerine katılmamak mümkün değildir:
" Her peygamberin sevdiği bir meslek vardı. Bunu daha önce belirtmiştik. Şanlı Peygamberimizin de "sevdiği" ve "kendisi için seçtiği" meslek "askerlik" idi. Yani, Allah yolunda "cihad etmek". Bu sebepten olacak Müslüman-Türkler, kışlalarına " Peygamber Ocağı" derler, askerliği, Şanlı Peygamberimizin mesleği bilirler." ( Bknz. Seyyid Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, Burak Yayınevi, İstanbul 1997, s.374)
Ve; destan şâirimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun dediği gibi:
" Duysun İklim-i Rûm, diyâr-ı küfür,
Cihan içre büyük umûr olacak.
Yoğrulup İslâm'ın ruh teknesinde,
Türk milleti hallü hamur olacak..."( Bknz. Alp-Erenler Destanı, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1990, s. 53)
Yürüyüşü, çağlar içinden akıp gelerek günümüze ulaşacaktır.
Muhakkaktır ki, Türk ordusu, dünyanın en eski ve köklü ordularının başında bulunuşuyla, her zaman, gurur ve şeref kaynağımız olmuştur.
Görülüyor ki; Türklerde devletin kuruluşu yâni siyâsî hayatın teşekkül edip gelişmesi de " ordu" ile başlar.
" Ordu- Millet" bütünlüğü veya kaynaşması, bizde, köklü ve asîl bir an'ane olarak fert fert iliklere kadar işlemiş/işlenmiştir. Bu sebepten olacak, büyük şâirimiz Yahya Kemâl Beyatlı, Süleymaniye'de Bayram Sabahı adlı şiirinde, bunu, şu nefis mısraları ile dile getirir:
" Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allâhına bir böyle yapı.
En güzel mâbedi olsun diye en son dînin
Budur öz şekli hayâl ettiği mîmârînin.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kutsî tepeyi;
Taşımış harcını gaazîleri, serdâriyle,
Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmârıyle."
( Bknz: Kendi Gök Kubbemiz, Yahya Kemâl, İstanbul Fetih Cemiyeti Neşriyatı, İstanbul 1963, s. 10)
" Ordu-millet" sâdece "döğüşen" değil; bediî zevk üstünlüğündeki mertebesiyle de " gaazîleri, serdârları, nice bin işçisi (ve) mîmârıyle" de, "taşı yenmiş" ve Süleymaniye gibi bir şaheseri san'at âlemine kazandırmasını bilebilmiştir.
Bu "ordu"; Peygamber Efendimizin, " İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdâr ne güzel hükümdâr ve onun askerleri ne güzel askerlerdir." diye buyurdukları Türk ordusudur.
Bu "ordu"; Tarihi Çevir Marşı'ndaki, derin mânâyı yüklenen şanlı ordudur:
" Tarihi çevir nal sesi, kısrak sesi bunlar
Delmiş Roma'nın kalbini mızrak gibi Hunlar.
Selçuklar, Osmanlılar, Fâtihler, Selimler
Türk'ün yüce tarihine binbir zafer ekler.
Dünya atının nalları altında ezildi,
Kaç Haçlı sefer göğsüne çarpınca kesildi.
Bir gün gemiler dağlara tırmandı denizden,
Kudret ve zafer bizlere miras dedemizden."
Büyük mütefekkir- son sultan'üş-şuara Necip Fâzıl, " Millet Ve Ordu" bahsinde şöyle der:
" Bir daha kaydedelim: Büyük Doğu ideali orducudur. (Antimilitarist)lere zıt...
Fakat bu orduculuk, silâha, madde gücüne, madde manivelâsına dayalı, vaktiyle Yeniçeri Ortalarında olduğu gibi, kaba ve fikirsiz bir tasallût taraftarlığı değildir. Büyük Doğu ideali, böylesine en fazla zıt...
(.) Ordu için ordu yok; millet için ordu vardır.
(.) Ordu bir oktur; onu kullanan el aynı okun şuûr merkezi subaydır; en bağlı olduğu kafa, fikir ve hakikattir; kafaya yön verici ruh da millet ve cemiyet...Ve olanca hak ve hakikat, değer ve imtiyaz, sırasiyle ve derece derece, ruh, kafa, el ve âlete ait...
Ordu ki, cemiyetin yumruğudur; gömülü olduğu eti acıtmayan bir tırnak gibi, başiyle âhenk hâlinde bulundukça, o cemiyet salim, o baş aziz ve o yumruk mübârektir.
Tarihte bütün büyük orduları saran kanun ve hikmete misal: Fransa'ya Papa'ların hazinelerini ve (Rönesans)ın sanat eserlerini taşıyan (Napolyon)un Büyük Ordusiyle, haşmetli Prusya ordu idealinin billûrlaştırdığı asker...
" Altun Ordu" yu kuran Türk de, ordu ve millet, baş ve yumruk tamamlığının en parlak örneği...Şu var ki, Türk, o devirde ordu-millet hâlindedir ve ayrı bir vasfa mâlik değildir."( Bknz: Necip Fâzıl, İdeolocya Örgüsü, b. d. Yayını, İstanbul 1976, s. 244-245)
Ve; " Anladığımız Ordu" başlıklı bölümde de şunları söyler:
(.) İmam-ı Rabbânî Hazretleri, müridin şeyhine bağlılık derecesini anlatırken şu teşbihi kullanır: " Gasledicinin elindeki ölü gibi, nereye çevrilirse dönen insan..." Dünyada hiçbir benzetiş, tâbi olunanın irâdesinde erime hâlini bundan daha güzel anlatamaz. Bu ölçüyü başa aldıktan sonra hemen mimleyebiliriz ki, bizim anladığımız ordu, fâni şahsın değil, ebedî fikrin emrinde bu teslimiyeti ve o fikir dimağına bağlı yumruk sadakatini gösterendir." ( Bknz: a. g. e. , s. 247)
İstiklâl Marşı Şâirimiz Mehmet Âkif Ersoy'un, Millî Mücâdele yıllarında yazdığı, Ali Rifat Bey tarafından bestelenen ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti'nce (Genel Kurmay Başkanlığı'nca) kabûl edilen dört bölümden meydana getirilen yirmi sekiz mısralık "Ordunun Duası" başlıklı şiiri, Türk Ordusu'nun özünü tasvirde pek muktedirdir. Bu şiirden bir bölüm naklederek, bu orduya duyduğumuz sevgi, saygı ve şükran hislerimizi tâzeleyelim:
" Yılmam ölümden, yaradan, askerim;
Orduma "Gazi" dedi Peygamber'im.
Bir dileğim var, ölürüm isterim:
Yurduma tek düşman ayak basmasın!
Âmin! desin hep birden yiğitler,
" Allahu Ekber! " gökten şehitler.
Âmin! Âmin! Allahu Ekber!
Türk eriyiz, silsilemiz kahraman...
Müslümanız, Hakk'a tapan Müslüman.
Putları Allah tanıyan, aman,
Mescidimin boynuna çan asmasın.
Âmin! desin hep birden yiğitler,
" Allahu Ekber! " gökten şehitler.
Âmin! Âmin! Allahu Ekber! " ( Safahat, Mehmet Âkif, İnkılâp Ve Aka Basımevi, İstanbul 1974, s. 533)
Sözlerimi, Yahya Kemal Beyatlı'nın, yeni Türk Cumhuriyeti'nin kuruluşuna vesîle teşkil eden kahraman Türk Ordusu için yazdığı "26 AĞUSTOS 1922" başlıklı dörtlüğüyle bitiriyor; mensuplarını rahmet, minnet ve şükranla anıyorum:
" Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbî
Senin uğruna ölen ordu budur yâ Rabbî
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın
Gaalib et çünkü bu son ordusudur İslâm'ın"
(Bknz:Yahya Kemal, Eski Şiirin Rüzgârıyle, İstanbul Fetih Cemiyeti Neşriyatı, İstanbul 1974, s. 140)