Siyâset; lugat mânâsıyla: "Devletler arası ilişkileri, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı, politika" diye târif edilmektedir. (Bknz: Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı, İstanbul 2011, Sf.1116)
Siyâset, Arapça'dan; politika ise, aynı mânâda, İtalyanca'dan dilimize girmiştir.
Şunu-bunu bilemem ammâ Türkiye'de yapılanın, bu mânâyı taşıyan bir 'siyâset' olduğunu kabul etmem oldukça zordur.
Târih içinde; İnönü ile Menderes - Bayar; İnönü-Demirel, Demirel-Ecevit, Ecevit-Türkeş, Demirel- Erbakan, Evren ile Demirel-Ecevit-Türkeş-Erbakan, Demirel-Özal ...çekişmelerini-çatışmalarını ve tartışmalarını yaşadım.
Bu çekişme -çatışma ve tartışmalar içersinde, bâzen bir delikanlı, bâzen bir devlet memuru, bâzen de bir vatandaş olarak bulundum.
Bu kişilerin birbirleriyle yaptığı polemiklerin, îmâlı sözlerin, karşı tavırların, fikir tartışmalarının, hiçbir dönemde, şimdiki kadar 'galîz' ve "müstehcen" bir hâl aldığına şâhit olmadım.
Elbette ki, söylenen sözler arasında oldukça kırıcı, haşîn ve kaba kelimeler bulunuyordu. Ancak, hiçbirinin, kullanılan kelimelerin müstehcenliği ve tahripkârlığı îtibâriyle, bugünkülerle mukayesesi asla mümkün değildir.
En sert tartışmalarda bile "Sayın" kelimesi bulunurdu. İnsanların birbirlerine 'saygı' göstermediği, 'tahammül' edemediği mekânlarda, 'huzur' nasıl olabilir?
Bugün; teşhis edebildiğim kadarıyla, milletimiz âdeta şaşkındır. Bu şaşkınlık; hem sözlerin doğruluk-yanlışlığı hakkında emîn olamama ve hem de birbirlerini aşağılayıcı üslûp bakımındandır.
Hâdiseler o kadar çarpıtılıyor ve hakîkatler o kadar saptırılıyor ki, aynı kişi, bugün söylediğini yarına bile bırakmadan tekzîb edercesine fakat tekzîb ediyorum demeden yalanlamaktadır. Aynı kişi tarafından, biraz önce 'doğru' diye sözlenen söz, çok geçmeden, bir başka mekânda, bu sözünü 'yalanlar" bir hâle dönüştürülmektedir. Söylenen sözlerin hangisinin doğru, hangisinin yalan veya yanlış olduğunu anlamak ne yazık ki, mümkün olamıyor.
Bu da; milletimizin p(i)sikolojisiyle 'oynamak'tan, onunla 'alay edilmek'ten başka bir mânâ taşımamaktadır.
Yaşanan bu p(i)siko-sosyal hâdiselerin çok iyi araştırılıp tahlil edilmesinde, geleceğimiz adına çok büyük faydalar görüyorum.
Ve ısrarla, 'siyâsetin bu olmadığını, böyle olmaması gerektiğini' söylemek istiyorum.
Bu durum, vatandaşların, mes'eleleri, tâkibini zorlaştırmakta; onları, kararsızlık içersinde bocalatmakta ve böylece p(i)sikolojilerini bozmakta, gerginleştirmekte, asabîleştirmekte ve birbirlerine karşı güvensizleştirmektedir.
Şahsen, ben, bundan rahatsızlık duyduğuma göre, bir çocuğun veya bir gencin duymaması mümkün değildir.
Devleti idâre edenlerin ve idâresine tâlip olanların görülü-sesli basında, salonlarda veya meydanlarda birbirlerine söyledikleri bu tür sözler bir yana, el-kol hareketleriyle ve gergin, hırs bürümüş çehrelerle sürdürdükleri tavırların hiçbiri, nezdimizde, müspet bir 'numûne' olarak görülememektedir.
Birbirlerini, "hırsız, şerefsiz, darbeci, alçak, paralelci, hâin, mal, terörist, yalancı, kumpasçı, gafil..." gibi sıfatlarla suçlayanların, bu devletin idâresinde bulunmaları veya buna tâlip olmaları, p(i)sikolojileri alt-üst etmektedir.
Beni / bizi idâre edenler veya idâreye tâlip olanlar, nasıl "hırsız, şerefsiz, darbeci, alçak, paralelci, hâin, mal, terörist, yalancı, kumpasçı veya gafil..." olabilirler?
Öyleyse, sormak hakkımızdır:
- Şâyet bunlar, birer iddia olarak ortada ise, bunların 'böyle olup olmadıklarına' kim karar verecektir? Vatandaşların verecekleri "oy"ların, bu tür sıfatları kökünden silip kazıma salâhiyeti var mıdır?
- Hayır!
- Peki; kim veya hangi merci, bunda salâhiyet ve hüküm sâhibidir?
-Adâlet!..
-...
Adâletin aksadığı veya olmadığı yerde, "siyâset' veya başka bir müspet şey nasıl olabilir?
Ne yazık ki, neredeyse her gün, bu sözlerle yatıp-kalkan 'siyâset mensupları', hiçbir söz ve tavırla, insanımızı nezâkete dâvet edememektedirler.
Bu, nasıl bir 'siyâset'tir, anlamak mümkün değildir.
Yukarıda târifini verdiğimiz; "Devletler arası ilişkileri, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı", bu mudur?
Bilhassa, güzel Türkçemiz ve bununla birlikte mukaddes dînîmize dâir tâbirler, asıllarının dışında mânâlarda kullanılarak tahrîf edilmektedirler.
Millî kültürümüzün unsurlarından olan mûsıkîmiz, tamire çalışılan mîmârî eserlerimiz de, maalesef, asıllarından uzaklaşılarak bu bozulmadan nasibini almaktadırlar.
Çocuklar-gençler, evlerinde, annelerine- babalarına-ninelerine-dedelerine bunun sebebini soruyorlar. Şahsen, bana soruluyor. Deniliyor ki: "Dede, eskiden de böyle miydi? Eskiden de, meselâ; İnönü, Demirel'e veya Demirel Ecevit'e, Türkeş'e; Türkeş, Erbakan'a veya Özal'a... böyle kelimelerle mi hitap ediyorlardı?"
Devletin mes'ul ve salâhiyetlisi çıkıp da, birkaç sene evvel bizzat kendisinin "referanduma / halk oyuna" sunduğu Anayasa için, ben, bunu tanımıyorum mânâsında konuşabilir mi?
Peki öyleyse; 12 Eylül 2010 târihinde halk oyuna sunularak kabul edilen Anayasa için harcanan para, hangi maksatla ve ne için yapıldı? Yüz milyon liraları bulan bu harcamalarda öksüzlerin yetimlerin hakkı yok muydu? Yazık, günâh değil mi? Tabiî ki, benim ve benim gibi, ömrünü bu memleketin hizmetine harcayanların ve harcamakta oların da...
Takdir edersiniz ki; siyâset adına söylendiğini ifade ettiğim sözlerin hiçbirini buraya nakletmem hoş değildir. Bunların bâzıları, öyle kaba, öyle çirkin, öyle fâhiş sözler ki, bunları, söylemek veya yazmak bizim kelâmımıza yakışmaz.
Bunların bâzılarını, zâten, duydunuz ve duymadıysanız da bir gazetede okudunuz. Ve biliyorum ki, herbiriniz, yüzünüz 'kızararak' iç çektiniz.
Ben; sâdece, tekrar bir tespit yapmak istedim, o kadar!
Geldiğimiz noktada:
Türk Milleti'nin p(i)sikolojiyle oynanıyor!..
Türk Milleti gerginleştirilip asabîleştiriliyor!..
Türk Milleti'nin kimyâsı bozulmak isteniliyor!..
Bilinmelidir ki, bu, çok 'tehlikeli' bir 'oyun'dur ve çok 'tehlikeli' bir 'bozulma'dır!