Suya yazılan silinir; havaya yazılan uçar fakat, zamana yazılanlar 'târih' olur, gönüllerde ve zihinlerde nakış nakış çiçeklenirler. Güzelliklerin sinmediği hiçbir varlık, hakîkî maksadına nâil olamaz ve güzelsiz hiçbir şey, mes'ut insanın hedefi olamaz / olmamalı.
Târih; hâdiseler sergisi'dir. Her türlü insan hâli onda mevcuttur. İnsanlık âlemi, arzu ettiği ibreti onda bulur. Tek şart: İstemek!..Tabiî ki, tahlili iyi yapmak lâzım!..
Mehmet Âkif, "Kıssadan Hisse" başlıklı şiirinde şöyle diyor:
"Geçmişten adam hisse kaparmış...Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
"Târih"i tekerrür diye ta'rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi."
Balkan Harbi'nin Türk Milleti'ne en zâlimâne acıları yaşattığı günlerde de, "Uyan" başlıklı şiiriyle, âdeta bugünleri işâret eder:
"Ey koca Şark, ey ebedî meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyyet et.
Korkuyorum Garb'ın elinden yarın,
Kalmıyacak çekmediğin mel'anet!"
Zâlimlere fırsat veren gafilliklerin ve ihmâllerin acısı pek büyük ve hazîndir!..Telâfisi de çok zordur!..
O ki:
"Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya; milliyet nedir öğretmişiz."
Derken; bugün, milletin ismini söylemekten imtinâ edenlerin hâllerinden hicap duymak gerekmektedir. Çünkü Mehmet Âkif, bu milletin adını söylemekten ve O'nun inandığı değerleri haykırmaktan büyük haz ve gurur duymaktaydı.
"Ordunun Duası"nda, bunu, şöyle ifade eder:
"Türk eriyiz, silsilemiz kahraman...
Müslümanız, Hakk'a tapan Müslüman!"
Âkif'te 'vatan düşüncesi' de önemli bir yer tutar. Onu, milletle kaynaştırır ve kucaklaştırır:
"Sahipsiz memleketin batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır."
Bütün bunlara bağlı olarak da, 'kendini inkâr edenleri', zarîf fakat tesirli bir şekilde hicvetmekten de edemez:
"Şark'a bakmaz, Garb'ı bilmez, görgüden yok vâyesi;
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi!"
Bugün, bâzı 'göz'lerin yaşardığına şahit olsak da, sahiciliğinden, maalesef, emin değiliz!..Sahte 'gülüşler' gibi, sahte 'ağlayışlar' da piyasada oldukça fazla!..
Son Şâirler Sultanı Necip Fâzıl, "Ve Gelir" başlıklı şiirinde mühim bir taspit yapar ve hâdiseyi berrak bir şekilde ortaya koyar:
"Bu yurda her belâ içinden gelir;
"Hep"leri, hep, hiçin hiçinden gelir.
(...) Bir gün bu gidişle çatlarsa yürek,
Dile vurdukları perçinden gelir."
O; Büyük Doğu Marşı ile, yürünmesi gereken "iz"i tarif ederken, onlardan çok emin olarak, tâkipçisi gençlere şöyle hitap eder:
"Yürü altın nesli, o tunç Oğuz'un!
(...) Nur yolu izinden git, KILAVUZ'un!"
Dikkat edilirse görülecektir ki, Âkif ve Necip Fâzıl, farklı kelimelerle aynı şeyleri ifade etmektedirler. Birinde "silsile", diğerinde "nesil"; birinde "Türk eri", diğerinde Türk'ün atası "Oğuz"; birinde "Hakk'a tapan Müslüman", diğerinde "KILAVUZ", aynı değerdedir.
Tabiî ki, Necip Fâzıl'ın, ümitleri yanında, endîşeleri de ileri safhadadır. Bu durum, idârêcilerin menfî tavırlarından zuhur etmektedir. Der ki:
"Kalbten kazıdılar îmân sırrını;
Her günün bugünden beter yarını.
Acı rüzgârlara vermiş bağrını
Türk Bayrağı yana yana çırpınır."
Bu hazîn manzarayı maalesef yaşadık!..Hâfızaları tâzelemek, geleceğe sağlıklı bakmamızı sağlar!..Bu bakımdan, Türk Bayrağı'na yapılan saygısızlıkları ve buna sebep olanları lütfen unutmayınız!
Ârif Nihat Asya, "Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor" başlıklı şiirinde, gururla ve iftiharla dünyaya sesleniyor:
"Şehitler tepesi boş değil,
Biri var, bekliyor...
Ve bir göğüs nefes almak için
Rüzgâr bekliyor.
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye,
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli.
Kim demiş Mechûl Asker diye?"
"Bayrak" başlığını taşıyan şiirinde, Ârif Nihat Asya, millî sembolü hiçbir şeyle değişmez ve âdeta kükrer:
"Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü...
Kızkardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım!"
Yavuz Bülent Bâkiler'in kalemi "Anadolu Gerçeği"ni dile getirir ammâ, bütün Türk dünyâsını kucaklayan gepgeniş kalbi, bir an olsun sükûnet bulmaz. Hazır sofralarda keyif çatıp ahkâm kesenlerin çeperleri ziftlenmiş idrâklerine hakîkatlerin ne olduğunu haykırır:
"Yalınayaklarınla koştun mu tarla tarla...
Duydun mu çıplak toprağın, çıplak insanın yasını?
Ağlayan kadınlarla, ihtiyarlarla...
Yaşadın mı bir yağmur duasını?
Bozbulanık ırmaklarda çimdin mi?
Kulak verdin mi yürekten kavala, saza?
Bir ipek seccade üstünde gibi, huzurla...
Durdun mu toprakta namaza?
(...) Kış günleri trenlerle geçtin mi uzak köylerden
Gördün mü dehşetini tipinin, karın?
Çektin mi hiç acısını istasyonlarda
Tandır ekmeği satan, yumurta satan
Yarı çıplak çocukların?"
Feyzi Halıcı, "Türkiyem" adlı dörtlüğünde, kendisini onunla aynîleştirir:
"Bu küheylân kısrak benim, gem benim,
Canım, tekmil yurda hediyem benim.
Seni ayna yaptım zamanlarıma,
Tarihim, coğrafyam, Türkiyem benim!"
"Yol" başlıklı şiirinde;
"Aşk bahsinde bu muhabbet
Yârdan gelir, yâre gider.
Parça parça gelir sevdâ
Gidince yekpâre gider."
Diyen Halıcı; "Niyaz" şiirinde, insanın, her şeyden önce, kendisiyle barışık olmasını ister:
""Hak yolunda âşıklara
Yol biter mi erişmeden?
Hasrete can mı dayanır
Şöyle, aşk ile pişmeden?
(...) Baksan haktır, hangi yana
Bir nazar kıl, yana yana.
Kolayca görünmez mânâ
Yedi tepeyi aşmadan.
Hak âşığı bilen bilir,
Alan nasibini alır.
Gayrı muhabbet mi olur
Kul, nefsiyle barışmadan."
Dilâver Cebeci'nin "Türkiyem" i, sevdâ, kahramanlık ve hasretle, kültür iklimimizde gezdirir bizleri. Hep, tâzelenişleri sunar:
"Baş koymuşum Türkiye'min yoluna
Düzlüğüne, yokuşuna ölürüm.
Asırlardır Kır atımı suladım,
Irmağının akışına ölürüm.
Deli sular, salkım-saçak söğütler,
Kışlada kumandan, asker öğütler.
Yaylalarda ata biner yiğitler,
Bozkurt gibi bakışına ölürüm.
Sevdâlıyım, yangın yeri bu sinem,
Doksan yıldır çile çekmiş hep ninem.
Pınarlardan su doldurur Eminem,
Mavi boncuk takışına ölürüm.
Düğünüm, derneğim, halayım, barım,
Toprağım, ekmeğim, namusum , arım,
Kilimlerde çizgi çizgi efkârım,
Heybelerin nakışına ölürüm."
M. Hâlistin Kukul, ebedî Türk yurtlarına hasretini ve zaman içindeki ihmâlini "Târihin Aynasında" adlı şiiriyle gelecek nesillerin dikkatine sunar:
"Evlâdım, eline al haritayı;
Bak, nerede Üsküp, nerde Urumçi!
Tanı Kafkasya'yı, seyret Altay'ı;
Gözlerimin nûru, kalbimin içi!
Kerkük'ten, Bakü'ye, Alma-Ata'ya,
Doldur göğüsünü aşkla, bakarak!
Basıp, nefes vermiş tam üç kıt'aya,
Ecdâdın, ufkunda mavi Gökbayrak!
Parlasın gönlünde herbir Türk ili;
Işık ışık canda, Yesevî nûru.
Unutma Yûnus'u, hem Şeyh Şâmil'i..
Onların torunu Osman Batur'u!
Dün, gürül gürüldü Tuna'nın suyu;
Ses verirdi Siri - Amuderyâ'ya.
Ve hilâlle coşan o sâf duyguyu,
Değişme, değişme bütün dünyâya!"
"Avukat" başlıklı dörtlüğüyle, Kukul, günümüzün çapraşıklıklarını hicveder:
"Sanırsın, var adamın sâdece çatı katı;
Halbuki, bilemezsin, kaç tane yatı-katı!
Şaşırıp da, sen, ona, hesap sormaya kalksan,
Tuhaftır, cümle âlem, kesilir avukatı!"
"Manzara 2013" başlıklı şiirine:
"Nifak saçıyor nifak,
Gayrı millî ittifak!"
Diye başlayan "Manzara 2010" adlı şiirinde, M. Hâlistin Kukul şu hazîn tespiti yapar:
"Demek ki. tuttu maya;
Ne ar kaldı, ne hayâ!
Çevirdik yönümüzü,
Kâmilen Avrupa'ya!
(...) Tek bir renktik eskiden,
Şimdi, her yüz bin boya!"
S. Ahmet Arasî, "Özleyiş" şiirinde, ihtişamlı yılların hasretiyle yanıp tutuşmaktadır. 1949 yılındaki hâl ile, bugünkü arasında ne fark var, söyler misiniz?
"Tuna neden köpürmüş, Kırım neden inliyor ?
Nerde parlayan kılıç, nerde o akıncı ced?
Şimdi Hazar uzaktan feryadımı dinliyor.
Ayrıldı mı Kafkaslar yurdumdan ilelebed?
(...) Nerde bütün Türkeli, Taşkent, Buhara nerde?
Müslüman-Türk ülkesi Büyük-Mâvera nerde?
Asya'yı, Avrupa'yı titreten nâra nerde?
Vatan parçalanınca yüzümüz gülmez elbet.
Yüce İslâm âlemi, boyun eğmiş haçlıya,
Vicdanı yosunluya, elleri kırbaçlıya,
Zaman hasret duyuyor başı hilâl taçlıya,
Nerede kaldı tarih, nerde bizdeki heybet!"
Mehmet Çınarlı, "Memleket Elden Giderse" başlıklı şiirinde, endîşelerini ve nasihatlerini sıralıyor:
"Memleket elden giderse, davullar, zurnalar çalın;
Bu büyük başarınıza (!) ödül verirlerse alın.
Şehit kanıyla sulanmış hazır bir vatan buldunuz;
"Hürriyet" deyip, en iğrenç çıkarlara kul oldunuz.
Memleket elden giderse, kalır mı hürriyetiniz?
Yalnız bu şanlı bayrağın altındadır kudretiniz!"
Abdurrahim Karakoç, "Hedef" şiirindeki tespitiyle, Âkif ve Necip Fâzıl düşüncesinin devamı olduğunu gösterir. Der ki:
"Çıktık Ötüken'den günün birinde,
Yıkandık Mekke'nin Tevhîd nûrunda."
"Dâvet" başlıklı şiiri, mes'eleleri zıddıyla çözmenin bir numûnesini verir:
"Zâlim kim, hâin kim, budala kimdir?
Bize sor, bize sor, bize sor, öğren.
Et hiçtir, kemik boş, deri delidir;
Öze sor, öze sor, öze sor, öğren.
Aşk temiz, kin rezil, îmân büyüktür;
Ölüm hak, cihad farz, korku bir yüktür;
Şarkının, türkünün Türkçesi Türktür,
Saza sor, saza sor, saza sor, öğren."
Karakoç; şerbet diye zehiri içenlerdendir. "Genelge" şiiri, her devrin uşak ruhlularının bağrına saplanmış bir hançer gibidir:
"Dar zamanda düşmanların altına
At olanlar safımıza gelmesin.
Garibanın, fukaranın sırtına
Bit olanlar safımıza gelmesin.
Ağırlık, irilik ölçüsün bırak;
Tartıya vurulmaz, beyinle yürek.
Bu ülküde îmân gerek, ruh gerek;
Et olanlar safımıza gelmesin!"
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, târihî tecrübeleri daha gerilere taşıyarak Türk'e musallat olan hâin emellilerin ipliğini pazara çıkarmakla kalmaz, hepsinden önemlisi, bizi, yâni gelecek nesilleri "düşünmeye" dâvet eder ve "Zamana Yazılan Mısralar"ın bir hulâsasını yapmış olur:
"Geçmişi öğrenelim, gezip Anayurtları;
Görelim hangi tasa öldürmüş Bozkurtları!
Çevirelim gözleri ondört asır önceye;
Sonra bugüne dönüp dalalım düşünceye...
Seni özünden vuran düşmanın kimmiş dünkü?
Göreceksin ki, yine aynı düşman, bugünkü."