Fener Rus Patriği Dimitri Bartholomeos’un, 16 Ekim 2018 tarihinde, Samsun’un Bafra ilçesi Esençay Mahallesi Karaçukur Mevki Bakacak Tepesi’nde bulunan üç kapılı Sarı Kilise’de duâ edip mum yakması ve ardından bâzı açıklamalarda bulunması, ister istemez, bâzı târihî hâtıraların ve hâdiselerin zihinlerde canlanmasına vesîle olmuştur.
Belli zaman aralıklarıyla yapılan bu ziyâretlerin, esasta, hangi maksata müstenit olduğunu tâyin için çok da düşünmeye gerek yoktur. Zîrâ, adı geçen zat, orada yaptığı duâyla, sâdece Karadeniz Bölgesi’ndeki değil, acâba, Batı Anadolu Bölgesi’ndeki, Kıbrıs’taki, Batı Trakya’daki Yunan vahşetlerini de unutmuş mu gözüküyor?
Şüphesiz ki, bu bahse girmeden önce, ‘binbeş yüz yıllık kin’in ne olduğunu söylemek lâzımdır. Bin beş yüz yıllık kin, Avrupalı’nın yâni Batılılar’ın hâlâ unutamadığı/hatırlarından hiç çıkarmadığı/çıkaramadığı ilk Türk harçeridir ki, netîce îtibâriye Attilâ, maalesef, Papaz 3. Leo’nun, kendisinin önünde diz çöküp yalvarmasına dayanamayıp, babası Muncuk Han’ın kaatillerine merhamet göstererek onları affetmesiyle nihâyetlenmiş görünen hâdisenin başlangıcıdır. Bu, ne demektir?
Atillâ, babası Muncuk Han’a yapılan ihânetin bedelini ödedecekken, yalvarmaya dayanamamış, affetmiştir. Buna rağmen, Avrupalı kini hâlâ devam etmektedir.
Avrupalılar, Atillâ’yı, hiçbir zaman hazmedememiş ve dâimâ, Türklere karşı intikam peşinde koşmuşlardır. Ne acıdır ki, Attilâ, bütün yiğitliği ve tecrübesine rağmen, bunu, canıyla ödemiş ve evlendiği gece zehirlenerek öldürülmüştür. Hulâsa olarak; Avrupalı kini, bu kindir!..Hem baba Muncuk’u ve hem de oğul Atillâ’yı öldürmelerine rağmen doymamışlar, kanmamışlardır.
Tabiî ki, o zamandan beri, Türk milleti olarak, nice hâdiselerle karşılaşmış nice vahşetlere muhatap olmuşuz.
Târih kitaplarımızda, bize okutulan “Haçlı Seferleri” olarak bildiğimiz bir hâdiseler zinciri vardır. Ne yazık ki, bu hâdiselerin, ciddî olarak muhakemesi/ tahlili yapılmayıp sathî olarak geçiştirilmektedir. Halbuki, Türk çocuğuna/Türk gencine, bu hâdiselerin özü, millî şuûr unsuru olarak nakledilmelidir. Ne yazık ki, perdenin arkasında, hiç de ilgili olmayan, “Aman, başkalarını/dostlarımız Avrupalıları rahatsız etmeyelim, şövenist (!) davranmayalım, onları üzecek söz sözlemeyelim” gibi telkînlerle karşılaşmışızdır. Hangi şövenizm?! Tarihî hakîkati bilmek, öğrenmek ve öğretmek mi?
İnanınız ki, hiçbir Avrupalı, bizim için aynı şeyi düşünmez ve kılını kıpırdatmadan, haksız olduğu yerde bile, bizi suçlu ilân etmekten bir nebze geri durmaz. Şu anda da bu hâlde değil miyiz? Bu durum, bizim, tarihi iyi okuyamamızdan ileri gelmektedir veya bize, bizim öndekilerimiz, tarihi iyi okutmamışlardır. Ne yazık ki, bunu bir nezaket/nezâketsizlik saymışlardır. Bu durum, bugün için de böyledir!..
Aslında, tarihi iyi okuyamamak tamamen gafletin ifadesidir. Nasıl ki, tabiatı; nasıl ki, gözyüzü âlemini; nasıl ki, denizler âlemini ve nasıl ki, insanı iyi okuyamamak bizi bir takım uçurumlara ve geriliklere sürüklemiş ise, tarihi iyi okuyamamak da, gafletimizin devamını sağlamış ve bize, gitmemiz gerekenin aksi istikametinde yol aldırmıştır.
Romanyalı Devlet adamı Trandafir G. Djuvara (1856-1935) tarafından yazılan ve Yakup Üstün tarafından tercümesi yapılan “Cent Projets de Partage de la Turquie=Türkiye’nin Parçalanması İçin Yüz Tasarı” adlı eser, “Türkiye’yi Parçalama Planları” adıyla yayınlandı (Bknz. Türkiye Diyânet Vakfı Yayınları, Ankara, Kasım 2013). Bu kitaptan bâzı bölümler nakletmeliyim:
“Avrupalılar’ı bir haçlı seferine ilk defa davet eden 1002 de Papa II. Sylvester’dir. Fakat Sylvester bu arzusunu gerçekleştiremedi. Çünkü Türkler, Bağdat’taki halifelerin savunmasını üzerlerine aldılar...(...) Sonra Papa VII. Gregorius geldi ve 1075’de bütün Avrupa krallarını müslümanlarla harbe çağırdı. Ancak bu arzu, bu kere de fiiliyat sahasına çıkamadı. Bundan 20 sene sonra haçlı seferleri’nin başlaması ile Türklerin İstanbul’u almaları 350 yıl gecikmiş oldu.
(...) Türkler, 1356 senesinde Çanakkale Boğazı’nı geçerek Avrupa’ya çıktılar ve 1360’da Edirne’yi fethettiler. Burayı geçici başşehir yaptılar. Türklerle Avrupalılar arasında, 1365’de ilk defa burada, Sicilya Cumhuriyeti ile bir anlaşma yapılmıştır.” (Sf. 45)
Bu tarihten îtibâren düşünülen ve gerçekleştirilen “yüz plân”da, siyaset adamları kadar, mutlaka bir Papaz’ın parmağı bulunmaktadır. Papazlar, ya plânlayıcı yâhut da plânın içinde icrâcı görünümdedirler. Düşününüz ki, asıl işleri, kendi cephelerinden “din” olması gereken kişiler, tamamen siyaset içinde ve düşman kabul ettikleri Müslümanlığı ve bunun müdafii olan Türkleri, cihân sahnesinden ismen ve cismen silip süpürmek emelindedirler.
Meselâ; “Yüzüncü Plân”, İstanbul’un taksimi plânıdır. Tarih, 1912’dir.
Osmanlı ülkelerinin taksimi konusunda, en önemli düğümü İstanbul teşkil ettiğinden, bazıları bizzat bu şehrin taksimini de düşündüler. Bu hususta, L’İndependance gazetesi öncülük yaptı. 7 Ocak 1912’de yayınlanan Selânik’ten gönderildiği bildirilen bir mektupta şöyle deniyor: “Türkler, bu güzel beldeyi gerektiği gibi islâh edemezler. Bunlara bu iş için 15 yılda 10 milyar para gerekir ki, böyle bir meblağı asla temin edemezler. En güzel çare onu devletler arası bir şehir haline getirmektir. Bu sebeple Haydarpaşa ve Asya tarafından bir kısım arazi Almanlar’ın, Beyoğlu ve civarı Fransızlar’ın, Boğaziçi Ruslar’ın, denize kadar Galata tarafları Avusturya’nın, İstanbul tarafı İngilizler’in olmalıdır. İtalyanlar Trablusgarb’ı işgal ettikleri için Türkiye’nin başşehrinde onların hakkı kalmadı.”
Burada Osmanoğullarına, devletler meclisi başkanlığı hakkı veriliyor ve kendilerine ait saraylar bırakılıyordu. Fakat, Türkiye’nin hakiki başşehri Bursa olacaktı.
Bu konuda Ralf De Nerick’e ait bir tasarı daha vardır. Bu şahıs İstanbul’un Papa’ya verilmesini işaret ediyor. Böylece Papalığın merkezi orası olacaktı. Bu fikir Büyük Konstantin’in fikri idi. Artık ilerisini siz düşünün. “ (Sf. 175)
Bu durum ise, başlıkta ifade ettiğimiz “bin yıllık hesaplaşma”nın ta kendisidir ki, mes’ele “iki yüz yıllık ihânet”e gelip dayanmaktadır.
Çünkü, sen, bu memleketin ekmeğini yiyip suyunu içip havasını hür bir şekilde teneffüs edeceksin; senin hiçbir tavrına, sözüne ve inancına karışılmayacak. Ammâ...Sen, ona, her türlü rezîlliği yapmayı kendinde hak göreceksin!..İşte, burada durmalı ve düşünmelisin...Hem sen, düşünmelisin ve hem de sana müsamaha gösterenler akıllarını başlarına almalıdırlar...
“İki yüz yıllık ihânet”, 1821’de Mora Yarımadası’nda yaşanmıştır. Mora’da, Etniki Eterya ve Fener Rum Patrikhânesi’nin öncülük ettiği isyân, 1820’de başladı. 12 Şubat 1821’de bütün yarımadaya yayıldı, katliamlar başladı ve binlerce Müslüman Türk’ün kılıçtan geçirilmesi üzerine, dönemin Osmanlı Padişahı İkinci Mahmut, 28 Mart 1821’de Benderli Ali Paşa’yı , bu ayaklanmayı tespit ve bastırmak için sadrazam tâyin etti. Sadrazam’ın yaptığı inceleme sonucunda, Patrik Beşinci Gregorius’un, Osmanlı’nın düşmanları olanlarla, bilhassa Rus Çarı Alexandr’la irtibatı olduğu mektuplarıyla ortaya çıktı. Böylece; adı geçen Patrik, halkı isyana teşvik suçuyla idâma mahkûm edilerek, cezâsı, Fener Rum Patrikhânesi’nin kapısı önünde 22 Nisan 1821’de gerçekleştirildi.
Ne yazık ki, Patrikhâne mensupları, bundan ibret almazlar ve yaptıkları toplantıda, aynı yerde bir Türk büyüğü asılana kadar, bu kapının kapalı tutulmasına/açılmamasına karar verirler ve bu kapının adını “Kin Kapısı” koyarlar.
Ardından; aynı suçtan, Kayseri, Edremit ve Tarabya piskoposları da idâm edilirler.
Bu noktada dikkat çekici bir durum söz konusudur: Sadrazam Benderli Ali Paşa, bütün bu isyânların arkasında/kökünde, Nişancı Mehmet Sait Halet Efendi’nin bulunduğunu ve onun da idâmı gerektiğini Padişah’a bildirir. Fakat, Halet Efendi, aksine, bu isyânı tetikleyenlerin başında Benderli Ali Paşa’nın bulunduğuna, Padişah’ı iknâ eder. Böylece, görevden alınan Ali Paşa, önce Rodos’a, ardından Kıbrıs’a sürülür. Ve 30 Nisan 1821’de de, iç ve dış baskılarla, âdeta vatana ihânetle suçlanarak idâm edilir.
Ne yazık ki; hiç yere, bir Paşa’mız, bir iftirayla kendi elimizle şehit edilir!..
Ve ne yazık ki, iç ve dış zaafiyetin başgöstermesi, Balkanların elimizden çıkmasına kadar sürer.
Aslında; bundan önce de, Fener Rum Patriği 3. Pantenios’un da, Eflâk ve Boğdan voyvodolarını isyâna teşvik etmesi hususundaki mektupları Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa tarafından ele geçirilmişti. Hâdisenin doğruluğu üzerine, Patrik 3. Pantenios, 24 Mart 1657’de Parmakkapı’da asılarak idam edilmişti.
Bu da şunu gösteriyor ki, “patrik”lerin hiçbiri ihânette bir diğerinde geri durmuyordu.
Şimdi başa dönerek, bu hâdiselerin son dönemdeki ucuna, 1997’ye dönelim...
1997’de, aralarında, iş adamı Rahmi Koç ve Fener Rum Patriği Dimitri Bartholomeos’un da bulunduğu bir kafile, Yunan bandıralı Venizelos gemisiyle Trabzon Limanı’na girer. Maksat, “Karadeniz’de çevre kirliliğne dikkat çekmek” olarak açıklanır Fakat, niyetin bu olmadığını düşünen Trabzonlular, gemidekilerin karaya çıkmasına müsaade etmezler ve gemi, gerisingeri gider.
Nihâyet 15 Ağustos 2010 tarihine gelinir: Fener Rum Patriği Dimitri Bartholomeos’un ve bâzı Türk Devlet yetkililerinin de katılımıyla, Sümelâ Manastırı’nda bir günlüğüne âyin yapılır.
Peki; 15 Ağustos târihi ne midir? Bu târih, Fâtih Sultan Mehmet Han’ın, 1461 yılında Trabzon’u fethettiği tarihtir. Trabzon’un bir de, 24 Şubat 1918’de Rus işgalinden kurtuluş tarihi vardır. Bu şehir için, her ikisi de önemlidir ammâ Dimitri’nin Sümela’da âyine katılışının mânâsı çok daha farklıdır.
Sormakla iktifâ etmeyip, üzerinde derin derin düşünülmesi lâzımdır: Bu târih yâni 15 Ağustos niçin seçilmiştir? Ve Türk yetkililer, bunun m3anâsını niçin çözememişlerdir?
Bu durumu, Erciyes Dergisi’nin Ekim 2012 tarihli nüshasının 06-17. Sayfalarında yayınlanan “Türk Dili’nin ve Türk Kültürü’nün Kimyâsına Dâir” başlıklı makalemde şöyle anlatmışım:
“Sümelâ’nın açılışından sonra, Trabzon sokaklarında, sırtında Pontus yazılı tişörtlerle dolaşan gençlerin vebâlini kim ödeyecektir? Ya; kendi kasamızdan ödenen Türk liralarının hangi hizmete sunulduğu noktasındaki öksüz/yetim haklarını kim telâfi edecektir?
(...) Ve bir gazete haberiyle devam ediyoruz: “Sümelâ Manastırı’nda düzenlenen âyin için Trabzon’a gelen Fener Rum Patriği Bartholomeos, Trabzon Valisi Dr. Recep Kızılcık’ı makamında ziyâret etti.
Asıl amacının insanların inançları çerçevesinde ibadetlerini yapabilmesi olduğunu belirten Vali Kızılcık, “Bizim amacımız insanları hiçbir politik manipülasyon içermesine girmeden ibadetlerini yerine getirmesidir. Üç yıl önce başlattığımız âyin çerçevesinde bütün dünyaya kardeşlik mesajı verdik.
(...) Yunanistan’nın Başkonsolosu valiliğimize yaptığı ziyârette Yunanistan’da cami yapılması sorusunu cevaplandırdı. Kendileri bir caminin açılması için hükümet olarak alınan kararın ekonomik kriz nedeniyle yapılmadığını, ancak taahhütlerini yerine getireceklerini ifade ettiler” şeklinde konuştu.” (Türkiye Gazetesi, 16 Ağustos 2012, Sf.19)
Neymiş afendim? Hiçbir politik manipülasyon içermesine girmeden...” Miş!?
Haberdeki bâzı kelimeler ve ifade bozuklukları bir yana, Vali’nin açıklama zarûretinin en ince ayrıntısını bilmek isteriz. Yunanistan’ın yapmayı taahhüt etttiği câminin yapılmamasının sebebini Bartholomeos’un açıklaması ve “özür beyan” etmesi gerekirken, bizim Valimiz, adamların “kusurlarını örtmekteki maharetini” yine göstermiştir.
(...) Peki, Yunanistan, yapmayı taahhüt ettiği camiyi niçin yapamamıştır? Vali Bey’e göre, “ekonomik kriz”!..”
Görüldüğü üzre, Yunanlı yetkililerin cevaplandırması gereken hususları, onlar adına, bizim Valimiz veriyor.
Peki; şu an için yâni 2018 târihi îtibâriyle, Yunanistan, taahhüt ettiği bu câmiyi yaptırmış mıdır? Elbette ki, hayır!..
Peki, bu Yunanistan, Batı Trakya’daki Müslüman Türklerin yeni câmi yapmalarına müsaade etmek bir yana, câmilerinin tâmiratına izin veriyor mu? Cevap hakkı sizin!..
Hâl böyle iken, “Bartho’nun Karadeniz turu” (Bknz. Yeniçağ Gazetesi, 28 Eylül 2014, Sf. 4) ve “Patrik Karadeniz’e kiliseler için açıldı.” (Bknz. Yeniçağ Gazetesi, 30 Eylül 2014, Sf. 5) ziyâretleri, Trabzon, Ordu, Giresun ve Gümüşhane’de devam etti.
Ve son olarak...Son olarak, 16 Ekim 2018’de, yüzlerce Müslüman Türk’ün, pontusçu çeteler tarafından katledildiği mekânları ve tahrip olmuş bir kilise kalıntısını da ziyâretle, kendi ölülerine duâda bulundu.
Hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda vardır: Türk kaatili olarak anılan Başpiskopos Makarios (1913-1977) da, bir hıristiyan din adamıydı. 1963 yılında, Kıbrıs’taki “Kanlı Noel Olayları”nın müsebbibi o değil miydi? Ada’da (Kıbrıs’ta), Türkiye yetişmeden, bir tek canlı Türk kalmayıncaya kadar işin bitirilmesi gerektiğini silâhlı Rum çetelerine emreden bu Başpiskopos değil miydi?
Bizler de, 2012’de, ”Asıl amacının insanların inançları çerçevesinde ibadetlerini yapabilmeleri olduğunu belirten zamanın Trabzon Valisi’ne ve Bartholomeos’a inandık (!) değil mi???
Bütün bunlar, başlıkta verdiğimiz hususlardakilerden biri olan ‘hesaplaşma’ yı başka başka hâllerde tahakkuk ettirme gayretleri olarak düşünülemez mi?..