Aslında, ‘kalite’ kelimesini kullanmayı arzu etmezdim. F(ı)ransızca’dan dilimize geçen kalite (qualite) ve kantite (quatite) kelimelerinin yerine, daha önceleri, Arapça, “keyfiyyet ve kemiyyet” kelimeleri yaygındı.
Esâsında; bizim; ‘nitelik” ve “nicelik” kelimelerimiz hepsinden daha zarîf, ince ve güzeldir.
Bu kısa açıklamayı yapmamın sebebi, bu iki kelimemizin daha zarîf, ince ve güzel olmasına rağmen, bilhassa “kalite” kelimesinin daha çok kullanıldığı, mânâsının daha muhtevalı olduğu da bir gerçektir. Bunun için; şu ânda, bu kelimeyi tercih ederek başlık olarak alıyorum.
“Kalite”, vasıf, nitelik, keyfiyyet karşılığıdadır. ‘Eğitimde Kalite’ derken, eğitimdeki seviyemizin yüksekliğini, alabildiği/alabileceği, katettiği/katedebileceği merhaleleri düşünmemizi, hayâl etmemizi işâret etmiş oluyoruz. Tabiî ki, bunu yaparken, sâdece kalite kelimesini değil; “kaliteli/nitelikli” ve “kalitesiz/niteliksiz” kelimelerini de kullanmamız lâzımdır. Tasnif, umûmîyetle “kalitelilik” üzerinden yapıldığı için, sâdece kalite kelimesi kullanılıyor.
“Kaliteli / nitelikli / keyfiyyetli; sayı’dan ziyâde, “dörtbaşı mâmûr” olma, üst seviyeli bir öğrenime tâlip veya namzet olma, mükemmeli aramadır.
Şimdi gelelim esas mes’eleye: Son zamanlarda, eğitimimiz hakkında çokça demeyeyim de, birtakım görüşler ileri sürülmektedir. Tabiî ki, takîp edebildiğim kadar, esasa müessir bir hususa rastladığımı da söyleyemem. Meselâ; yuvarlak ifadelerle, “eğitimde kalite şart, eğitimde kaliteyi artırmamız lâzımdır, eğitimde kalite olmazsa kalanı hiçbir şeydir..” gibi beyanlar var.
Peki; “kalite şart” da, nasıl? Maalesef, buna cevap veren yok!..Sâdece şikâyet ve sâdece “kabuk” ile meşgûliyet var, o kadar!..Neyi nasıl yapacağımızı söyleyin ki, o, yapılsın!..
Buna, son olarak Cumhurbaşkanı da katıldı ve konuşmasının bir yerinde şöyle dedi: “Türkiye yükseköğrenim sistemi bugün gerçekten çok ileri seviyede bulunuyor. Ülkemizde faaliyet gösteren 205 yükseköğrenim kurumuzda 7 milyon 611 bin öğrencimiz bulunuyor. Almanya’daki üniversitelerde 3 milyon öğrenci var. Bizde ise hamdolsun, 8 milyona yakın. Keyfiyet-kemiyet noktasında bir sıkıntımız var. Dünyadaki ilk 500’ün içine iki üniversite değil, bu üniversitelerin sayısını çok daha artırmamız lâzım. Onun için ben hocalarımdan özellikle bunu istirham ediyorum. Biraz daha gayret. Biraz daha gayretle inşallah bizler bu ilk 500’ün içine çok sayıda üniversitemizle girelim ve adımızı oraya da çok daha farklı bir şekilde yazdıralım.” (Basın: 03 EKİM 2018)
Şimdi, burada durup, bir durum muhakemesi yapılım: Almanya ve Türkiye’nin nüfusları üç aşağı bir yukarı aynı sayılır.
1. “Türkiye yüksek öğrenim sistemi bugün gerçekten çok ileri seviyede bulunuyor” ise; dünya sıralamasındaki yerimiz niçin “görünmez bir noktada”dır.
2. Almanya’da niçin, 3 milyon yüksek öğrenim öğrencisi var da, bizde 8 milyona yakın?
3. Almanya’nın (2010 itibâriyle) 105 üniversitesinden, 203 uygulamalı yükseköğrenim kurumundan, 51 teoloji ve 6 pedagojik yüksek okuldan başarı elde ediliyor da, niçin, bizim 205 (neredeyse iki misli) üniversitemizden başarı elde edilemiyor?
Bakınız; Times Higher Education (THE) dergisi, her yıl dünyanın en iyi 1000/bin üniversitesindeki başarı durumunu sıralıyor. Bu sıralamaya göre, ALMANYA, “World Üniversity Rankings 2018” sıralamasında, 44 ilmî kuruluşla dikkat çekiyor ve ilk 200 içersinde 20 yükseköğrenim kurumu yer alıyor. Ayrıca; dünyânın ilk 100 üniversitesi içersinde de 10 üniversitesi bulunuyor.
Hulâsa: Nüfus aynı, üniversite ve öğrenci sayısı bizden az fakat başarıda/kaliteli öğrenimde, mukayese edilemeyecek kadar, Almanya üniversitelerinin üstünlüğü bulunuyor, niçin?
Peki, bunun sebeplerini “mukayese” etmeyecek, araştırmasını yapmayacak mıyız?
Hayır!..Olur mu? Bizim böyle bir kaygımız, bir endîşemiz, bir tasamız var mı?
Meselâ; Trabzon’da bulunan KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi’nin tabelâsı “Trabzon Üniversitesi” olarak değiştirilerek yeni bir üniversite kurulması ve yine; Samsun’da, OMÜ’den birkaç yüksek okul ve fakültenin bağlanmasıyla kurulan “Samsun Üniversitesi”...bizim üniversite anlayışımıza iki numûnedir.
Ne yapmalı?
Tabiî ki, önce, ilimden ve siyâsetten değil, partizanlıktan kurtulmalıyız. Hakikate dönmeli, onunla yüzleşmeli, ilmi rehber alarak yola çıkmalıyız...Sonra, bilmeliyiz ki..
Kaliteyi etkileyen, birbirinin içinde iki âmil/faktör vardır: Biri insan, dîğeri ise sistemdir. Bunlar, birbirinin içindedir, birbirine kenetlenmiştir. Sistemi kuramaz iseniz, insanı yetiştiremezsiniz; ve bugüne kadar olduğu gibi, insanı yetiştiremezseniz sistemi kurup yaşatamazsınız!
Bunun için ise, işe, temelden başlamak lâzımdır.
Birkaç makalemizde de işâret ettiğimiz gibi, “Önce Öğretmen” diyoruz...
Bir de, benim bir benzetmem vardır, yıllar önce yazdım. Bir karkas bina düşününüz. Merdivenleri var yalnızca Tabiî ki, bu karkas binayı, bir ‘sistem’ kabûl ediniz. Aşağıdan giriyorsunuz, merdivenlere şöyle veya böyle çıkıyorsunuz, 11-12 yıl sonra hepiniz çatıda toplanıyorsunuz. Orada bir şeyler yapmanız gerekecek. Çünkü oraya sığmıyorsunuz. Söyleyeyim: Zeki ve zenginleriniz orada tutunacak, kalanınız oradan birer ikişer dökülecek!..Bizdeki durum budur...
Şu andaki mevzûmuz üniversiteler olduğuna göre, bir defa, böyle alelacele açılan ve adına “üniversite” denilen, öğretim elemansız, laboratuarsız, kütüphânesiz, s(ı)por tesissiz...kuruluşların açılması...
Akademik çalışmaya elverişsiz kişilerin -öğretim üyelerimizi tenzîh ederim- başlangıç itibâriyle, adam kayırmalarla akademik merdivene dâhil edilmesi...
Öğretim üyelerine düşen öğrenci sayısının çokluğu...
Öğretim elemanlarının, idârî görevlerde- ki, her nedense, umûmîyetle, müdür, dekan, rektör olma sevdâsı yagındır-bulunması..
Öğretim üyelerin haftalık ders saatlerinin çok değil, haddinden fazla olması...Böylece, kendilerine, okuma ve makale yazma zamanı kalmaması..Haftada otuz saat derse giren bir insanda okuma ve yazma arzusu bulunuyorsa, onun takdir edilmesi gerekir. Ancak, görünen o ki, üniversite mensuplarımız da, bundan çok memnundurlar ki, sesleri çıkmıyor, hiçbir itirazda bulunmuyorlar...
S(ı)tatükoyla (statu quo), s(ı)loganla, p(u)ropagandayla “kaliteli öğrenim” gelmez!...
Bu mevzûyu, bir başka açıdan ilgilendiren ibretlik bir cümleyle, şimdilik, sözü bağlayalım: “Adam, Türk üniversitesinde öğretim üyesi olacak, İngilizce’den imtihana giriyor. Bakalım bir Türkçe’den imtihan et, aday Türkçe biliyor mu?...Sadece Tarzan İngilizcesi bilmekle adam olunmaz, ancak Anglo-Sakson sümürgesinde sömürgecinin hizmetkârı olunur.”(Bknz. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, HEDEF TÜRKİYE, Otopsi Yayınları, 6. Basım, Sf. 64)