Her meslek, güzeldir, mukaddestir ve hakkını verip yapılırsa hârikadır. Hayatımızda, hepsinin ayrı ve çok önemli yeri vardır. Doktorluğu, subaylığı, mühendisliği, imamlığı, hâkimliği, öğretmenliği...tabiî ki, say(a)madığımız nice esnaf teşekkülü mensubu mesleği bunların hâricinde tutamayız.
Uzatmayayım: Konumuz öğretmenliktir!..
13 Aralık’ta, Ünye Anafarta Ortaokulu’na dâvet edildim. Buna vesîle olan şey ise, 8. Sınıf Türkçe Kitabı’nda, Hisar Dergisi’nin 1980 Kasım sayısında yayınlanan “TÜRKÇE’NİN GÜZELLİĞİ” başlığını taşıyan makalemdi.
Dersin öğretmeni, talebeliği döneminde hocalık ve idârecilik yaptığım, Samsun Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü 1980 yılı mezunu Yahya Cumhur Tapcı’ydı. Takriben, iki senedir, hiçbir okula dâvet edilmemiştim ve emekli oluşumun yirmi birinci yılını bitirirken, bu yazım sebebiyle tekrar öğrencilerle muhatap edilmenin de bahtiyarlığını yaşadım...
Önce, konunun işlendiği sınıfta, ardından da, yine, hocalık dönemimde Samsun Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü’nden 1987’de mezun olan Okul Müdürü Temel Ovalı’nın öncülüğünde konferans salonunda öğrencilerle buluşturuldum.
Tabiî ki, eli kalem tutan bir ders öğretmeni olarak Yahya Cumhur Tapcı, bütün faaliyetin düzenleyicisi, takdimcisi ve yürüteniydi. Onunla birlikte; Emriye Küçük ve Tuğba Aktan öğretmenler de, bu güzel çalışmaya omuz verenlerden, büyük emek harcayanlardandı.
Okuldaki tertip düzen; idârecilerin, öğretmenlerin ve öğrencilerin ilgisi, samimiyeti ve ciddiyeti, bana, “Halâ O Öğretmenler Var” sözünü hatırlattı ve telâffuz ettirdi.
Çünkü; eğitim sisteminin öncüsü, kılavuzu, rehberi öğretmen ve aynası ise, onların yetiştirdiği öğrencileridir. İşte; bu ikisi birbirini tamamlayınca, ortaya, böyle mükemmel bir tablo çıkar.
Çünkü öğretmenler; fedakârlığın temsilcileridir. Sabır numûneleridir. Ufuk açmanın, yol göstermenin rehberleridir. Verdikleri dersler yanında, paylaşmayı/paylaştırmayı/yardımlaşmayı, nezâketi, karşılıklı sevgi ve saygıyı onlar öğretirler.
Mensup oldukları milletin kültürünün, maddî ve mânevî değerlerinin yaşatıcıları ve Türk milletinin geleceğini hazırlayanlardır.
Gerek dershâne ve gerekse konferans salonunda sohbette bulunduğum öğrencilerde öylesine bir heyecan ve ilgi müşâhede ettim ki, târîfi imkânsızdır. Bunun en bâriz örneği, öğrencilerin sordukları soruların çokluğu ve sorularındaki isâbetti.
Onların sorularını cevaplarken, bir ân için şöyle düşündüm: İnsan, nasıl düşünürse öyle yazar; nasıl yazarsa da, kendisi o’dur!..Hiç kimse, düşündüğünün dışına çıkamaz!..Soru sormak da, ap-ayrı bir kaabiliyeti ve mahareti gerektirir.
Ve yine, tabiî ki, insan ne kadar soru sorma arzusundaysa, mes’elelere de o kadar büyük ölçüde vâkıftır, demektir.
Bana sorulan soruların, aklımda kalanlarından bâzılarını nakletmeliyim:
-Tasarlayıp/pilânlayıp mı yoksa âniden gelen bir ilhâmla mı yazıyorsunuz?
-Daha çok hangi saatlerde yazıyorsunuz?
-Keşke dediğiniz zamanlarınız oldu mu?
-Şiire ne zaman başladınız? Hangi vezinle şiir yazıyorsunuz?
-Şiir, hikâye, tiyatro, tenkit ve deneme yazıyorsunuz; bu zor olmuyor mu?
-Taklit ettiğiniz yazarlar var mıydı?
-Beğendiğiniz yazar ve şâirler kimlerdir?
-Türk şiiri hakkında ne düşünüyorsunuz?
-On yedi kitabınız olduğunu söylediniz. Bundan sonra yine yazacak mısınız?
-Bizim yazmamız için ne yapmamız lâzımdır?
Aklımda kalanlardan özetleyebildiklerim bunlar!..Fakat, o heyecanlı, öğrenme arzusuyla dolu ve ilgili gençlerimizi unutmam asla mümkün değildir!..
Bu soruları soranların veya zihninde sorular biriktirip de sormayanların arasından, kim bilebilir, nice değerli şâirler ve edibler çıkacaktır!..Emînim!..Onların hepsine başarılar diliyorum...Çalıştıktan sonra, başaramayacakları ve ulaşamayacakları hiçbir hedef yoktur, buna da inanıyorum!..
Teşekkürler, Anafarta...Teşekkürler, Müdür Ovalı!..Teşekkürler, Tapcı Öğretmen!..İnanıyorum ki, bu gençler, sizler gibi öğretmenlerin sâyesinde, istikbâlimize ümit ışığı olarak doğacaklardır.