İlkokula başladığımı 1949-1950 öğrenim yılından îtibâren, üç yıl ortaokul, dört yıl lise, iki yıl Kara Harp Okulu ve dört yıl da üniversite tahsilim olmak üzere geçen onsekiz senelik tahsil hayatım boyunca, hiçbir tarih dersinde, kitapta geçen “Kültür ve Medeniyet” veya “Kültür ve Sanat” bahisleri bize okutulmadı. Hattâ, Askerî Lise’de okuduğum dördüncü yılımı, bir tek “Târih Dersi”nden kaybederek geçirmeme rağmen, bu, böyle oldu.
Târih dersi dendi mi, bizim zihnimizde hemen savaşlar belirirdi, tabiî ki, bir de rakamlar...Daha doğrusu böyle gösterilirdi. Diyebilirim ki, hâlâ da böyledir!..Çünkü, zihinlere yerleşmiş bâzı alışkanlıkları kolayca söküp atamıyorsunuz!.. Zâten, bu savaşların, - ortalama olarak- sebepleri belli, şahıs ve mekânları farklıydı. Onların da hiçbir muhakemesi yapılmadan/yaptırılmadan kupkuru, cıpcılız bir hâdiseler zinciri, bir sürü rakam ve anlaşma maddelerini ezberlemeyle târih okuduğumuzu sanardım(k). Sanardık, çünkü, tarih hocalarımız bile, bizi, bu hususta uyarmazlardı/uyarmadılar. Belki, zamanlarındaki sistem/usûl böyleydi!..
Öyle ya, “müfredat”, budur, tamam...Yapacağın başka bir şey yoktur...Tarih hocası ne yapsın? Fakat, hâdiseleri, günümüze veya birbirine bağlamak diye bir şey de yok mudur? Bir inisiyatif kullanmak hiç mi mümkün olmadı/olamadı? Bence, mechûl!..
Bu savaşlarda, kültürlerin, medeniyet anlayışlarının, örflerin, dînî inanışların hiç mi tesiri bulunmaz?
“Kültür ve Medeniyet” bahisleri geldi mi, hemen geçilir ve bilmem hangi savaşın anlaşma şartları ezberletilmeye başlanılırdı. Hiçbir muhakemeye dayanmayan bu hâl, elbette ki, kendi târihimizden bile habersiz olarak yetişmemize sebep oldu. Hâlâ değişen fazla bir olmadığını söylemek isterim!..
Bir memlekette, bilhassa, ‘o milletin târihi ve edebiyatı’ üzerinde yeteri kadar durulmuyorsa, orada, matematik, fizik, biyoloji, astronomi, kimya veya estetik ve felsefe aramak beyhûdedir.
yine sanardım(k) ki, atlarına binip, eline silâhı alıp şu kadar kuvvetle filâncalar üzerine saldırıp onları yerle bir etmek ‘yegâne kahramanlık’tır.
Şüphesiz ki, vatan, bayrak, nâmûs, dîn, mevzûsbahis olunca bunlar şarttır. Zîra, bunlar olmayınca millet olunmaz. Zîra; bunun sonunda ya gaazi olmak yâhut da şehîd olmak vardır. Bu mücâdele, böyle bir mücâdeledir. Vatansız, ibâdet bile yapılamıyor. Gerektiği zaman, harbetmek, elbette ki, Allah’ın emridir. Fakat...
Bu bahisleri okumak/okutmak da bu emirdendir. İnsanoğluna verilen ilk emrin “Oku!” olduğu, hiçbir zaman zihinlerden çıkarılmamalıdır. İnşâ; bu emir üzerinde yürümeli, yürütülmelidir.
Her kültürün mîmârı, başta, o milleti teşkil eden halktır. Kültür; bir milletin, “müşterek târihî yaşayış tarzı’dır. Bunda; iklîmden coğrafî hususiyetlere kadar her türlü değişimin tesiri görülür.
Tek tek mahallî unsurlar, zaman içinde toplaşarak millî bir vasıfla müştereklik gösterir. Bu bakımdan; Ankara’nın, İstanbul’un, Bursa’nın, Gaziantep’in, Şanlıurfa’nın, T(ı) rabzon’un, Edirne’nin, Diyarbakır’ın, İzmir’in, Sivas’ın, Samsun’un, Erzurum’un... mahallî özelliklerinin, Bakü’de, Kosova’da, Üsküp’te, Urumçi’de, Kerkük’te, Aşkabat’ta, Gümülcine’de, Kırım’da...görülmesi asla şaşırtıcı olmaz.
Bir de, millî kültürün inşâcıları, kahramanları vardır. Aslında, bunlar, gözümüzün önündedir. Fakat, dünyada öylesine bir kültürel çatışma ve tahakküm var ki, kendi değerlerimizi gözümüzün önünden alıp götürüyor. Tabiî ki, bir de, buna, büyük çapta, kendi gafletimizi ilâve etmemiz gerekiyor.
Oğuz neslinin ilk ihtişamlı yazılı bediî vesîkası olan Bilge Kağan, Kültiğin ve Vezir Tonyukuk adına dikilen Orhun/Göktürk/Köktürk Kitâbeleri, bu kültürün baş mîmârlarındandır. Çünkü, bu kitâbelerde, Türk kültürünün o zamana kadarki bütün an’anevî hususiyetleri ifade edilir. Ardından; bu yol, genişleyerek, yeni kıymetler kazanarak asırlardır Türk kültürünün mükemmel numûneleriyle dolmuştur.
Yûsuf Has Hâcib ve Kâşgarlı Mahmud’un bilgelikleriyle verdikleri cihânşümûl beyânlar, hâlâ taptâzedir.
Düşününüz; Pîri Türkistan Ahmed Yesevî deyince, kim, ne kadar kimi anlıyor!..Bilmemiz gerekenlerin baş mîmârlarından biri de O’dur.
O’nun açtığı yolda ışık saçan Mevlâna Celâleddin-i Rûmi, Hacı Bektâş-ı Velî ve Yûnus Emreler, bu cihânşümûl beyanların temsilcilerinin öncülerinen...
Dede Korkut’tan Nasreddin Hoca’ya...açalım dünya edebiyat tarihlerini, bakalım ki, bir Mevlânaları, bir Yûnusları, bir Fuzulîleri, bir Necip Fâzılları, bir Bâkîleri, Âşık Veyselleri,Yahya Kemalleri, Oktay Sinanoğluları, Aziz Sancarları...var mı?
İmâm-ı Matüridî’yi, İmam-ı Âzam’ı, Râzî’yi, İmam-ı Gazali’yi, büyük hadîs âlimi İmam-ı Buhârî'yi , tıp âlimi İbn-i Sinâ'yı, Farâbî'yi, hadîs âlimi Tirmîzî'yi, matematik ve astronomi âlimi El-Bîrûnî'yi, cebir ilminin kurucusu Hârezmî'yi, İslâm hukukçusu Serahsî'yi, astronomi âlimi Uluğ Bey'i, matematikçi Ali Kuşçu’yu, Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'ı, İsa Yûsuf Alptekin'i, minyatür sanatçısı Levni’yi, hattat Yesari Mehmed Esad Efendi’yi, ressam ve hattat Mustafa Rakım Efendi’yi, Bestekârlar Buharîzâde Mustafa Itri Efendi ve Hammâmîzâde İsmail Dede Efendi’yi ve daha nicelerini...unutmamak, minnetle, şükrânla ve duâlarla hatırlamak gerekir.
Bunları hatırlamak ve hatırlatmak elbette ki, yetmez!..Bunları bilmek ve anlamak da yetmez!..Ya ne? Bunları, tanıtmak ve bunlardan hisse alarak belli mesâfeleri aşmak gerekir.
Peki, böyle değil miyiz? Hayır, değiliz, yeterince değiliz!..
Senelerdir öylesine rehâvete kapılmışız ki, sâdece, anlamadan, idrâk etmeden, tanımadan geçmişimizi övmeyle meşgûl olmuş ve vakit harcamışız. Bunun için, ne yazık ki, çevremize/dış dünyaya baktığımız zaman şaşkına dönüyoruz. Kendimizi tanıyıp anlamadan dışa bakışın vahâmeti budur!..
Millet olarak, bu kıymetlerimizi tanıyıp anlayıp anlattığımız zaman, ‘müşterek târihî yaşayış tarzı’mız, ancak o zaman büyük bir mâna taşır. Yoksa, silinir gider. Bu bakımdan; lisânımız Türkçe başta olmak üzere, mîmârî, hat, mûsıkî ve sâir san’at sahalarında eser verenleri ve eserlerini iyi tetkik etmeli ve onlara ‘ilâve değerler katabilmek’ için seferber olmalıyız!..
Bu seferberlik, sınıflarda olur, konferans salonlarında olur, belli atölyelerde olur, kütüphânelerde olur...
Halbuki, biz, bilhassa son zamanlarda, nerede bir yüksek okul veya üniversite açmış isek, orada bir kütüphâne açıp geliştirmek yerine, kafeteryalar, oyun salonları ve eğlence yerleri açmayı tercih etmişiz!..Bu da, apayrı bir vahim vaziyettir!..
Bu hususta, büyük sosyoloğumuz S. Ahmet Arvâsî’nin çok isabetli görüşleriyle sözlerimi bitiriyorum: “Bütün mesele, vatanımızın taşlarını, bir Mimar Sinan gibi yontarak onlardan bir Süleymaniye Camii çıkarabilmek hünerini gösterebilmektedir. Nitekim Fuzulî, Türk dilinden bir ”Su Kasîdesi”, Yûnus Emre “Ölmez İlâhiler”, Yesarî Mehmed Esatlar ve Mustafa Râkım Efendiler “Paha biçilmez hatlar” süzmesini bilmişlerdir. Oysa, “millî destanları”mızdan, “dînî menkıbelerimiz”den, Türk ve İslâm tarihinden ne romanlar, ne senaryolar, ne tiyatrolar ve daha nice yüce eserler çıkarılabilir. Bütün mesele, “millî kültür malzemelerimizi” şevkle, aşkla ve bitmez ve tükenmez bir gayretle işleyebilecek kadar yoğurabilmektedir. Yoksa, medeniyet, şuradan buradan dilenilemez. Bizzat ve meydan okuyarak gerçekleştirilir. Asla unutamak gerekir ki, Türk Medeniyeti’nin ham maddesi Türk kültürü ve mimarı bizzat Türk Milleti’dir. Başka türlü düşünmek abesle iştigal olur.” (Bknz. S. Ahmet Arvâsî, Size Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanbul 1989, Sf. 230)
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, Hedef Türkiye adlı eserinde, mevzûmuzu ilgilendiren çok mühim bir hususa dikkat çekerek şöyle diyor:
“Orta Çağ sonunda bu Avrupa’ya, bu kara cahil, bu yobaz, temizlikten haberleri olmayan, vebadan kırılan perîşan Avrupa’ya bilimleri öğreten Türklerdir. Matematiğin birçok dalını icat eden Türk matematikçilerdir. Birçok, bir tane değil. Uluğ Bey’i bilirsiniz, “logaritma”, “algoritma” lâf ve kavramlarının “El Harezmî” yâni “Harzemli”den geldiğini bilir misiniz? Batının kitapları yazıyor ama bir türlü “Türk” diyemiyor; dili varmaz. “Arap matematikçisi El Harezmi” diyor da, sonra ekliyor, “Özbekistanlı’dır, yâni Türkistanlı. İnsaf artık. Biz bu Batı’dan mı medet umuyoruz.
Batı’ya cebiri de, kimyayı da, gökbilimi de, ruhbilimi de biz öğrettik. Kendimizi, tarihimizden, atalarımızdan aldığımız mânevî güçle, ileriye bakarak toparladığımız zaman Batı’ya, dünyaya, gene çok şey öğretiriz.” (Bknz. Hedef Türkiye, Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, Otopsi Yayınları, 6. Basım, Târihsiz, Sf. 43)
ÇINGI DERGİSİ, SAYI: 60, MART-NİSAN 2020, SF. 5-7