Türk şâir, edîb, fikir adamları ve yazarları içersinde, ilim ve irfânından en çok istifade ederek, üslûbu ve fikrî tavrını sevip takdir ettiğim kişiler arasında, hakkında en az yazı yazdığım nâdir şahsiyet Peyâmi Safa olmuştur.
Üzüntüyle ifade edeyim ki, O'nun hakkında yazdığım tek yazı, 2010 yılında Olay Gazetesi'nde ve bilâhâre de 2014 yılında Bizim Ece Dergisi'nde yayınlanan 'Nesrimizin Altın Kalemi ' başlıklı yazımdır.
Diyebilirim ki, bu ihmâl ile, kendi sahamdaki en büyük rekora da imza atmış oldum.
"Nesrimizin Altın Kalemi" başlıklı yazımda da naklettiğim, O'nun hakkında, en mükemmel târîf ve tasviri yapan Necip Fâzıl'ın bir birkaç cümlesini tekrar edeceğim. Çünkü; Peyâmi Safa'yı, bundan iyi ifade edebilen bir yazı henüz mevcut değildir.
Necip Fâzıl diyor ki: "Kafası vardı, kültürü vardı, cümlesi vardı, üslûbu vardı, meselesi vardı, iç dünyası vardı, hafakanları vardı, çilesi vardı, metafizik arayıcılığı vardı, nefs murakabesi vardı, estetiği vardı, diyalektiği vardı, cesâreti vardı; hâsılı bir fikir ve sanat adamında gereken vasıflardan birçok payı vardı. O'nun yokluğunu, ölüm tarihi olan bugün bu vasıfların yokluğunda seyrediyoruz..."
O; 2 Nisan 1899'da İstanbul'da doğdu ve 15 Haziran 1961'de İstanbul'a vefât etti. 62 senelik ömrüne, o kadar değerli eserler sığdırdı ki, herbiri, hâlâ öneminden bir şey kaybetmediği gibi, uyarıcılığı da devam etmektedir.
Peyâmi Safâ, hakkını zor ödeyeceğim bir yazardır. Çok yönlü olarak incelenmeli, tanınmalı ve tanıtılmalıdır. Elbette ki, en büyük görev, üniversitelerimizin Türk Dili ve Edebiyâtı bölümlerine düşmektedir.
Hayât safahatını ve edebî faaliyetlerini tanıyıp, ortaya koyduğu eserlerin mahiyetleri hakkında bilgi sahibi olmamız ve onları kavramamız gerekir.
Peyâmi Safa'nın zorun da ötesindeki çileli hayâtı, Servet-i Fünun şâirlerinden olan, babası İsmail Safa'nın ölümüyle başlar. İsmail Safa, 24 Mart 1901'de Sivas'ta vefât eder. Böylece; Peyâmi Safa, iki yaşında yetim kalır.
Dokuz yaşında kemik hastalığına yakalanan küçük Peyâmi, hem hastalığı ve hem de annesini geçindirmek zorunda oluşu sebebiyle bunalımlı bir hayât sürer . Hastalık ve maddî imkânsızlıklar yüzünden tahsilini yarıda bırakır.
Birinci Dünyâ Harbi öncesinde Posta Telgraf Nezâreti'nde çalışır. 1914-1918 yılları arasında öğretmenlik yapar. Ağabeyisi İlhami Safâ ile çıkardığı "20. Asır" isimli bir akşam gazetesinde "Asrın Hikâyeleri " başlığıyla yazılar yazar. Böylece, ondokuz yaşında gazetecilik hayatı başlar.
Kendi gayretiyle F(ı)ransızca öğrenir.
15 Ocak 1936-3 Haziran 1936 târihleri arasında 21 sayı "Kültür Haftası" ve 1953'ten 1960'a kadar yayını süren 63 sayı da Türk Düşüncesi dergisini çıkarır.
Tasvîr-i Efkâr, Cumhuriyet, Milliyet, Tercüman, Son Havadis gazetelerinde fıkra, makale ve roman tefrikaları yayınlanır.
Annesi Server Bedia hanımın isminden ilhâmla, "Server Bedi" mahlasıyla yazılar yazar. Ve yine, "Cingöz Recai" mahlasıyla yazdıklarıyla, Türk polisiye romancılığında öncülük yapar.
Peyâmi Safâ, roman, hikâye, fıkra, makale, deneme yazarı olarak, hemen hemen temas etmediği mevzû yoktur. Bu bakımdan; kısa da olsa, yazdıklarının bir dökümünü sunmamızda fayda vardır.
Romanları: Bir Mekteplinin Hâtıraları, Karanlıklar Kıralı ( 1914), Gençliğimiz (1922), Şimşek (1923), Sözde Kızlar (1923), Mahşer (1924), Bir Akşamdı (1924), Süngülerin Gölgesinde (1925), Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925), Cânân (1925), Dokuzuncu Hâriciye Koğuşu (1930), Fatih Harbiye (1931), Atilla (1931), Bir Tereddüdün Romanı (1933), Matmazel Noraliya'nın Koltuğu (1949), Yalnızız (1951), Biz İnsanlar (1959)
Hikâyeleri: Siyah-Beyaz (1923), İstanbul Hikâyeleri (târihsiz), Hikâyeler (Halil Açıkgöz derlemesi-1980)
Tiyatro eseri: Gün Doğuyor (1932)
İnceleme, makale ve deneme eserleri: Türk İnkılâbına Bakışlar (1938), Büyük Avrupa Anketi (1938), Felsefî Buhran (1939), Millet ve İnsan (1943), Mahutlar (1959), Mistisizm (1961), Nasyonalizm (1961), Doğu-Batı Sentezi (1963), Sanat Edebiyat Tenkit (1976), Osmanlıca Türkçe Uydurmaca (1970), Sosyalizm Marksizm Komünizm (1971), Din İnkılâp İrticâ (1971), Kadın Aşk Aile (1973), Yazarlar Sanatçılar Meşhurlar (1976), Eğitim Gençlik Üniversite (1976), 20. Asır Avrupa ve Biz (1976).
Basım târihlerinden de anlaşılacağı üzre, Peyâmi Safâ'nın birçok kitabı vefâtından sonra basılmıştır.
Peyâmi Safâ'nın yazdığı ders kitapları da vardır: Cumhuriyet Mekteplerine Millet Alfabesi (1929), Cumhuriyet Mekteplerine Alfabe (1929), Cumhuriyet Mekteplerine Kıraat (4 Cilt, 1929), Yeni Talebe Mektupları (1930), Büyük Mektup Numuneleri (1932), Türk Grameri (1941), Dil Bilgisi (1942), Fransız Grameri ( 1942), Türkçe İzahlı Fransız Grameri (1948)
1961 yılında, yedek subay olarak askerliğini yapan oğlu Merve'nin Erzurum'da vefâtı, O'nu çok sarsar ve aynı yıl - 1961- İstanbul'da, beyin kanaması sonucu İstanbul'a vefât eder. Mezarı, Edirnekapı mezarlığındadır.
Ahmet Kabaklı; "Peyami Safa'nın ilk görünen vasfı, kendi kendini yetiştirmiş, kültürlü, çok yanlı (ansiklopedik) bir yazar olmasıdır. Bu niteliği dolayısiyle birçok bilgi dalında yazabilmiş, tartışmalarda ağır basmıştır. Estetik ve sosyal bilimlerin hemen her kolunda (resim, musıki, edebiyat, psikoloji, sosyoloji, tarih, hukuk, felsefe, tıb...) bilgi ve görüş sahibidir. Bu bilimlerin Doğu ve Batı'daki gelişmelerini izleyerek fıkra ve makalelerinde, hattâ (biraz kusur sayılacak genişlikte) romanlarında kullanmıştır. Hele tıb, sosyoloji ve psikolojideki malûmatı bu ilimlerin uzmanlarını imrendirecek kıvamdadır. Romancılıktaki kudreti ölçüsünde roman nazariyeleri de bildiği görülmektedir. Batı yayınlarından okuduğu şeyleri aynen tekrarlamayıp kendince bir senteze kavuşturması, seçkin ve aydın kişiliğini belirtmektedir." (Bknz: Ahmet Kabaklı,Türk Edebiyatı, Cilt: 3; Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 1974, Sf.439)
Prof. Dr. Ayhan Songar, "Peyami Safa'yı Tanımayan Nesil" başlıklı yazısında, her sahada olduğu gibi, bilhassa kendi sahası olan tıptaki bilgisini şu cümlelerle ifade eder: "Kendisini öyle büyük bir hırsla yetiştirdi ki sağlam bir Fransızcası ve erişilemez bir kültür seviyesi vardı. Kendisiyle ilk tanışmamız hasta olan refikalarını muayeneye gitmem vesilesiyle olmuştu. Daha birkaç cümle konuşmadan karşımda benim mesleğimi en az benim kadar bilen bir insan bulunduğunu hayretle gördüm." (Bknz: Ayhan Songar, Türkiye Gazetesi, 25 Ağustos 1994, Sf. 3)
Prof. Dr. Songar Hoca, aynı yazısında, bir hâtırasını da şöyle nakleder:
"Peyami Bey, Milliyet gazetesinde köşe yazarlığı yapıyordu. Bugünkü telefaks cihazları bulunmadığı, bir yerden bir yere telefon etmenin bile mesele olduğu devirlerde yaşıyorduk. Ve, Peyami bey makalelerini, ekseriya gece yarısından sonra, gazetenin gece sekreterine telefonla dikte ederdi. Bir akşam birlikte yemek yedik, sohbet uzadı, saatler akıp geçti ve Peyami Bey telefonu eline alarak makalesini, hem de ezberden, müsvedde yapmadan, irticâlen yazdırmaya başladı. Bu iş bitip ahizeyi henüz yerine koymuştu ki telefon yeniden çaldı. Arayan, onun "mâhutlar" dediği, zamanın azgın komünistlerinden biri idi. Peyami Safa'ya, "Topal örümcek, sen hâlâ yaşıyor musun?" diyordu. Peyami Bey hiç istifini bozmadan cevabı yapıştırdı: "Evet yaşıyorum, hem de senin gibilerin hepsi ölünceye kadar yaşamaya devam edeceğim"..Gerçekten, Peyami Bey bu fânî dünyadan 1961'de ayrıldı ama aradan 30 sene geçmeden mâhutlar'ın sırça köşkü bir fiske ile târümâr oldu, komünizm balonu şişirile şişirile nihayet ufak bir iğne darbesi ile patlayıverdi." (Bknz: a. g. yazı)
"Peyami Safa, Türk Düşüncesi'nin kilit taşlarından birisidir. Komünistler bunu kendi kafalarına ve marksistliklerine inmiş bir taş gibi görür, acısını hâlâ içlerinde duyarlar. Çünkü çok hür düşünceli bir insan olan Peyami Bey, daha 1935'de Nâzım Hikmet'in vicdanı hür bir şair olmadığını, komünist partisinin uşağı olduğunu görmüş ve kamuoyuna göstermişti. Ama komünistler hep Nâzım'ın Peyami'yi hicveden şiirini ortaya sürerler ve Peyami Bey'in şiirle verdiği cevabı görmezden, duymazdan gelirler. O şiirinde Peyami bey, "..Komitern taktikalı dolmalarını yutturamazsın, sen artık buralarda dikiş tutturamazsın" diye âdeta kehanette bulunmuştu. Hem de 1935'de.
Nitekim, Nâzım hapisten çıkar çıkmaz kapağı Sovyet Rusya'ya atmıştır. Nâzım'ın perişan olduğu bir polemikte Peyami Bey'e bir ithamı vardı "Refahı doyurmak"...Ona göre, Peyami Safa, has bir fikir adamı değildi de menfaat, para, kadın için böyle şeyler yazıyordu. Nitekim hororistimizde ayni herzeyi tekrarlıyordu. Halbuki Peyami, kaleminin mürekkebiyle ve beyninin teriyle yaşamış ve ömrünün sonuna kadar kirada oturmuştur. Nâzım'ın ise Komünist Partisi'ne hizmeti dolayısıyla, Moskova'da daçası, metresi ve otomobili vardı ve bu aslan (!) parçası komünist tam bir büyük patron hayatı yaşıyordu, işçi sınıfının parasıyla yâni refahını doyuruyordu. Şimdiki bazı Nâzım Hikmet hayranları gibi."(Bknz: Ergun Göze, Peyami Safa'nın Mirası, Halk'a ve Olaylara Tercüman Gazetesi, 03 Kasım 2004, Sf. 3)
Aynı yıl -1935- bu husustaki bir başka yazısında da şöyle der:
"İşçi, niçin kasket, ot ceket ve ütüsüz pantalon giyer? Çünkü soğan ekmek yer ve daha iyi giyinmeye parası yoktur. Fakat bir adam, Nâzım Hikmet gibi gâh aile sofrasında, gâh (benimle beraber) birçok burjuva ziyafetlerinde kanlı biftekleri, istakozları, börekleri âfiyetle yer, zamanına göre ayda yüzlerce lira kazanır ve gene de işçi kasketi ile, ot ceketle ve ütüsüz pantalonla gezer, fotoğraf çektirirse, bu adam samimi bir komünist değil, bir bolşevik mankenidir." (Bknz: Peyami Safa, Biraz Aydınlık, Hafta Dergisi, 5 Ağustos 1935)
"Peyami Safa üstadımız çocuk denecek yaşta yazı hayatına girdi. Yetimdi ve hayatını kazanmak zorundaydı...Nâzım Hikmet sonraları onun bu tarafıyla gayri insanî bir şekilde alay edecektir. "Ey Yetim-ii Safa" diyerek..Onun ekmek parasını çıkarmak için "Keteon Matbaası'nda ut çaldığını" diline dolayacaktır.
Peyami Safa bu arada, Dr. Abdullah Cevdet'in, kendisine sünnet hediyesi olarak getirdiği Larousse'dan Fransızca da öğrenecek ve ortaokulu bitirmemiş bu zat Fransızca Gramer de yazacaktır.
İnsanlık, varlık, ruh, medeniyet gibi meseleler onun tecessüsünün sahalarıydı. O, bu sahalarda milletinin ve vatanının insanı, millî kültürünün temsilcisi olarak at koşturdu. Batılılaşmanın en koyu günlerinde "Doğu-Batı Sentezi" teklifini yapmıştı. "Fatih-Harbiye" romanında Doğu-Batı tezadı işlenmiştir, büyük bir başarıyla." (Bknz: Ergun Göze, Geç Kalmış Bir Yazı, Türkiye Gazetesi, 20 Haziran 1990, Sf. 3)
Nihad Sâmi Banarlı ise, "Peyâmi Safa mevzuuna hâkim, kuvvetli uslûbu ve eserlerini ören zengin fikir unsurları ile edebiyatımızda ateşli ve enerjik san'at hamleleri göstermiş kudretli bir muharrirdir. Edebî hayatı, birinci dünya harbi yıllarında başlayan bu san'atkâr, daha çok şahsî gayreti ile bilhassa Garbin fikir hareketlerini yakından takibederek felsefe ve psikoloji vâdilerinde esaslı bir kültür edinmiş, şahsî zekâ ve kabiliyeti ile birleşen bu kültür , onun eserlerindeki san'at kalitesini ciddî bir şekilde yükseltmiştir. " (Nihat Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tâirihi, 2, Fasikül 16, İstanbul 1979, Sf. 1242)
Peyami Safa'nın en büyük meziyeti, hayatının her sahasında ciddî, vakur ve başının dimdik durması ve cesâretle dolaşmasıdır. Bu sebepledir ki, yazdığı her türdeki eserlerinde, kendinden emîn ve gayet samimîdir. Mübalâğaya, dağdağa ve debdebeye asla yer vermez. O'nun en mühim üslûp özelliği, "sâdeliği" hattâ "sâdeliğe numûne" oluşudur.
Romancı, hikâyeci, deneme, makale ve fıkra yazarı, münekkit veya analizci ve sentezci bir tahlilcidir. Sâde yazmasına rağmen muhkem düşünür, sağlam yol üzerinde yürür, kuvvetli tespitleri ve teşhislerini müthiş bir zekâ kıvraklığı ile savunur.
P(i)sikolojik hassasiyetleri/buhranları/iç-dış âhenksizlikleri, ahlâkî çöküş veya çatışmaları, millî-gayri millî çekişmeleri çâreleriyle ortaya koyar.
Siyâsî, iktisâdî, içtimâî bütün mes'elelerde söz sahibidir. Edebiyatta olduğu kadar, san'atın diğer dallarında da aynı bilgi birikimiyle isâbetli görüşleri vardır. Estetik hususunda uyarıcı ve katkı sağlayıcıdır. Tarih, mûsıkî, resim, mîmârî, roman, şiir, felsefe, tıp, hukuk sahalarındaki görüşleri, sahasının elemanlarından asla geri değildir.
Bundan hareketle diyebilirim ki, Peyami Safa, bir edebiyat tahlilcisi olduğu kadar, estetikle ihâta edilmiş sosyo-kültürel donanımlı bir mütehassıstır.
1936'da, Kültür Haftası'nda yazdığı, "Kültür ve Edebiyat" başlıklı yazısından bir bölümü nakille, O'nu biraz daha yakından tanıyalım:
"Bilgi, zihinde yalnız hafızaya misafir olan cansız bir mutevâdır; kültür, zihnin bütün tefekkür savruluşu içinde harekete gelen canlı bir bilgidir...
(...) Kültürü cansız bir bilgi kalabalığı halinden çıkararak onu şahsiyetin ve benliğin en aziz, en vital hareketlerine bağlayan şey edebiyattır. Edebî terbiyesi olmayan ilim adamında fikirler, yaşamak için muhtaç oldukları ihtirastan mahrum kalarak, hafızadan şuura çıkan tünelin karanlığı içinde mekanik bir hareketle gidip gelirler. Düşünme, bu insanların zihninde gitgide kuru bir hatırlama ameliyesine yerini bırakmıştır. Bütün düşünceleri tarihlerle tarifleri anmaya münhasır kalır.
Kelimelerle düşündüğümüze göre, bir mütefekkir, o kelimelere sihrini veren edebiyatla devamlı temas halinde bulunmalıdır ki fikirlerini ölü mefhum cesetleri halinden kurtarsın ve ihtirasla doldurarak ayaklandırsın.
(...) Türkiye'de ciddî bir kültür hareketinin doğması, ilimle edebiyatın müşterek çalışmasından beklenebilir. Edebiyatsız bir kültürün hararetsiz cevheriyle, kültürsüz bir edebiyatın cevhersiz harareti birleşebildiği gün, beynelmilel ehemmiyette ve kültürün tam mânâsiyle bir Tür kültürü, edebiyatın da tam mânâsiyle bir Türk edebiyatı zuhur edeceğinden emin olanlar arasındayım." (Bknz: Peyami Safa, Sanat Edebiyat Tenkit, Peyami Safa; başlıbaşına bir "mektep adam"dır. O'nu hakkıyla okuyup kavrayana, bir en az bir üniversite tahsili kazandırır!..
EDEBİCE DERGİSİ, Sayı: 14, Temmuz-Ağustos 2018