Geçmişi şanlı, zengin, mânâlı ve zarîf bir lisân için bu başlığı koymak, benim için, hakîkaten çok büyük bir üzüntü vesîlesi olmuştur. Ne demektir: “Türkçe, yazıldığı gibi okunan bir dil midir?”
Bu sorunun cevabının seneler önce verilmesi gerekmez miydi?
Şâyet, hâlâ bilinmiyor ise, bu, Türkçe hakkında düşünenler hiçbir şey yapmamıştır, demek değil midir?
Yapmıştır da, yeteri kadar yapmamıştır? Yapamamıştır değil, yapmamıştır!..
Umûmî bir kaide vardır ve bu kaideyi de, şahsen bana, ilkokula başladığı 1949-1950 öğretim yılından îtibaren öğretmişlerdir: “Türkçe, okunduğu gibi yazılan ve yazıldığı gibi okunan bir dildir”
Peki, hakîkatte, bu, böyle midir? Şâyet değilse, bunu, “Türkçe, okunduğu gibi yazılmayan ve yazıldığı gibi okunmayan bir dildir” diye kaideleştirip, sebebinin de ilmî olarak ortaya konulması gerekmez miydi/gerekmez mi? Aksi takdirde, nasıl okunuyorsa/konuşuluyorsa, yazılışı da buna göre, gerekli işâretler tespit edilmeli, açıklığa kavuşturulmalı ve tatbik edilmelidır.
Türkçeleşmiş kelimelerde, niçin, bilhassa, Arapça’nın, Farsça’nın, F(ı)ransızca’nın veya İngilizce’nin hançeresini/ağız yapısını düşünüyor ve kullanmaya kalkışıyoruz?
Sıkça örnek verdiğim bir kelime vardır: Bu kelimeyi, nasıl, ‘Trabzon’ yazıp, ‘Tırabzon’ diye okuyoruz? Ve niçin?
Efendim; ‘nane’, ‘galiba’ yazacaksınız ammâ bunları ‘naane’ , ‘gaaliba’ gibi okuyacaksınız! Bunun îzahı nedir?
Efendim; ‘gaye/gâye’ yazacaksınız ammâ, bunları, ‘gaaye’ gibi okuyacaksınız! Bunu, ‘dilbilim’in hangi sahasına dâhil ederek cevaplandıracaksınız?
Konuşulanın/okunanın kaidesini, dilbilimci/(gı)ramerci, zahmet etsin, düşünsün ve koysun!
Türkçe; bir taraftan menşesinin/kökünün/etimolojisinin derdinde iken, bir taraftan da, sesbilgisinden/fonetiğinden mahrûmdur.
Senelerden beri anlamakta zorluk çektiğim bir mantık var: “Efendim, siz, “Kazım” yazın, onu, “Kâzım” diye okuyun. Efendim; siz, “tren”, “kravat”, “Trakya”, “profesör”, “plan” yazın...bunları, “tiren, kıravat, Tırakya, purofesör, pilân” diye okuyun!..” Peki, nasıl olacak bu iş?
Farsça’dan dilimize giren ‘tıraş’ kelimesini bile , F(ı)ransızca’ya benzetip ‘traş’ diye yazanlar var. Garip değil mi?
Eğer; ifade için yeterli harfimiz yoksa, istişâre edip mutabakata varıp temin edelim. Şâyet; ifadeye yeterli işâretimiz yoksa onu da araştıralım, herkesin mutabık olacağı bir karara varalım. Türkçe’mizi, iki başlılıktan değil, birkaç başlılıktan kurtaralım.
Zâten; hızlı ve tahripkâr yabancı kelime geçişi ve bilhassa, uydurma kelime hastalığı, Türkçe’yi altüst edip büyük çıkmaza sokmuştur. Türkçe’de karşılığı varken uydurulan birçok kelime, ne yazık ki, bu çıkmazı devam ettirmektedir.
Hattâ, bu hâl, Türk Dünyâsı Türkçesi’nin yakınlaşmasına bile sekte vurmuştur. Bu hususta da, “Efendim, biz, bu kelimeleri, halka sunduk. Tasvip edilirse kullanılır/kullanılsın!” diyen ilim adamlarının da aklına şaşarım. Halk, bu uydurulan kelimelerin doğruluğunu-yanlışlığını nereden bilecektir?
Meselâ; Orhun Âbideleri’nden beri var olan “kişi” ve buna ilâve olarak, “şahıs, zât, fert” kelimelerimiz varken, uydurulan “birey” kelimesinin yanlışlığını hangi bakkal veya kasap anlayabilecektir? Bu ‘ucûbe’ kelimeyi ne yazık ki, bildim diyenlerde -yanlışlığını bile bile- kullanıyorlar.
Yine, meselâ; F(ı)ransızca, fabrique (fabrik) kelimesine “fabrika), politique (politik) kelimesine politika, entique (antik) kelimesine (antika), docteur (doktör) kelimesine “doktor”, moteur (motör) kelimesine (motor) hattâ chauffeur (şoför) kelimesine “şöför” diyorsak, “Türkçe sesbilgisi” buna göre düzenlenmelidir, yazılmalıdır. Bizim sesbilgimiz bunu gerektirir.
Elimde, 1994 yılında, Sözlük Bilim ve Uygulama Kolu Başkanı Prof. Dr. İsmail Parlatır, TDK Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Hamza Zülfikar ve TDK Aslî Üyesi Prof. Dr. Nevzat Gözaydın tarafından hazırlanmış olan Türk Dil Kurumu Okul Sözlüğü var. Sözlüğün 79. sayfasında, “ayet is. (a:yet) Ar. Kuran surelerini oluşturan cümlelerden her biri.” diye târîf bulunmaktadır.
Yâni; “âyet” değil de, “(ayet) yazıp (aayet) gibi okuyacağız. Peki; “Kuran” ne demektir? O da, 484. sayfada ele alınıyor: “öz. İs. (kura:n) İslâm dininin temel ilkelerini, Hz Muhammed’e gönderilen Tanrı buyruklarını içeren, Müslümanlığın temel kitabı, Kelâm-ı kadim, Mushaf.”
Yâni; “Müslümanlığın temel kitabı”nın adını (bir yeri inşâ eden, inşaât ustası veya herhangi bir tesisi yapan) mânâsında yazacak ve okuyacağız, öyle mi? Peki, “Kelâm-ı “ kelimesindeki (a)nın üzerinde niçin inceltme (^) işâreti var öyleyse?
Tabiî ki, “sûre” bile diyemeyeceğiz. Acaba, dînî tâbir olarak “Tanrı buyrukları” mı deniliyor yoksa “Allah’ın emirleri” mi?
“Hiçbir” bitişik yazılıyor (Sf. 366) da, “her bir” niçin ayrı yazılıyor anlamak mümkün değildir.
“Önsöz” birleşik kelime değilmiş de “ön söz” (Sf. 578) diye yazılmalı imiş! Peki, öyleyse, “örtbas” (Sf. 579) niçin birleşiktir? “Hemşehri”, “hemfikir” niçin bitişiktir? Hattâ, “başyazı” ve “başyazar” niçin ayrı yazılmamıştır?
İsterseniz birkaç örnek daha nakledeyim. Adı geçen TDK Sözlüğü’ne göre; hani, baharat olarak da kullandığımız (karabiber) değil de, “kara biber”; siyah renkli bir böcek olan (karafatma) değil de, “kara fatma”; kuzeybatıdan esen rüzgâr (karayel) değil de, “kara yel”; iktisâdî bir tâbir olan (karaborsa) değil de, “kara borsa”; sıtma yayan uçucu böcek (sivrisinek) değil de, “sivri sinek”; (herhâlde) değil de, “her hâlde” denmeliymiş!..
Şaşırdıklarım da oldu. Meselâ; “bir kaç” dememişler de, doğrusunu (birkaç) diye yazmışlar!..Meselâ; “sıkı yönetim” dememişler de, doğrusunu (sıkıyönetim) yazmışlar!..Meselâ; “her hangi” dememişler de, doğrusunu “herhangi” demişler!..Tabiî ki, bunların sebebini bilebilmem mümkün değildir!..
Meselâ, niçin, “bilgisayar” ve “ buzhâne” bitişiktir de, “buz dolabı” ayrı yazılmıştır?
Bütün bu yanlışlıkların millî hançeremizi esas alarak kayda geçirilerek düzeltilmesi için yeni bir anlayışla ve istişâreyle bu mevzûya teksif olmalıyız.
Türkçe konuşmamızı ve yazmamızı, başkalarının ağız yapılarına uydurarak, benzeterek veya onların kaidelerini esas alarak düşünmemizin çok yanlış ve ayrıca, bugünkü çekişme ve çelişkilerin sebeplerinden biri olarak da görüyoruz.
Kaybedilen zamana yenilerini eklemeyelim!.. Türk Dünyâsı Türkçesi büyük hedefimiz olmalı!.. Bunun için, bir ân önce kendimize ‘çekidüzen’ verelim ve yeni bir hamleye girişelim. Bu sözlükte, tek mânâ ifade eden ‘çekidüzen’ kelimesi bile iki ayrı kelimeyle “çeki” ve “düzen” olarak yazılmıştır. Hazîn değil mi?!
Bu, bir kurala göre değil, sâdece bir mantığa göre; tıpkı, kıymalı/tereyağlı/sucuklu/pastırmalı pide, yumurtalı ıspanak, fındıklı/ fıstıklı çikolata, hamsili pilâv...denildiği gibi, (Adı Yaman), (Boya Bat), (Çanak Kale), (Kırık Kale), (Tekir Dağ), (Çatal Zeytin), (Mecit Özü), (Beşik Düzü), (Beylik Düzü), (Kır Şehir), (Bakır Köy), (Vezir Köprü), (Şebin Kara Hisar), (Çatal Zeytin), (Çukur Ova), (Çay Cuma), (Çay Eli)...dememiz mi gerecek?!
Edebiyatçı-Gazeteci Dr. Arslan Tekin, “Kelimelerin Ruhu” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Aklıma geldi: Geçen günlerde, “Kim Milyoner Olmak İster” yarışmasında rastladım. “Hangi kelime Türkçe, Arapça, Farsça kelimelerin birleşmesinden meydana gelmiştir?” mealinde bir soru. Dört kelime sıralanmıştı. Biri “hâlbuki” idi. Bu kelimenin üç dilin kelimelerinin toplamı olduğunu yarışmacı bilemedi. “Hâl” Arapça, “bu” Türkçe, “ki” ise Farsça.
Hangi dilden gelirse gelsin, dilimizde yer etmiş, insanın beynine, ruhuna işlemiş kelimeleri bir kenara itemeyiz. İtersek zihin bulanıyor, insan kendisini ifade etmekte zorlanıyor, dil kısırlaşıyor.” (Bkn. Arslan Tekin, Kelimelerin Ruhu, Yeniçağ Gazetesi, 26 Temmuz 2019, Sf.5)
Bu kelime; adı geçen sözlükte, a’nın üzerine (^) işâreti konmadan (halbuki) diye yazılmış. Peki; çocuklarımıza ve gençlerimize, doğru Türkçe’yi nasıl öğreteceğiz?
F(ı)ransızca’dan karşılaştırmalı bir örnekle sözü bitirelim:
F(ı)ransızca’da; “qu’en dira-t-on” (dedikodu), “c’est-à dire”(yâni), “parce que”(çünkü), “aujourd’hui” (bugün), ”rendez-vous” (randevu), “abat-jour” (abajur), birer birleşik isimdir. Bâzıları birkaç kelimeden meydana gelmesine rağmen, ifade ettikleri mâna tek’tir ve birleşik yazılırlar.
Yine; sayı olarak, “quatre-vingt-et-un” ( dört yirmi ve bir/seksenbir) ve “quatre-vingt dix neuf” (dört yirmi on dokuz/doksandokuz) tek/birer mâna ifade etmektedir.
Meselâ; adı geçen sözlüğün 324. Sayfasında, “gökkuşağı” değil de, iki ayrı kelime hâlinde “gök kuşağı” olarak yazılmaktadır. Hâlbuki, tek mâna ifade etmesi bakımında, tıpkı F(ı)ransızca’sında olduğu gibi, “arc-en-ciel” diye birleşik yazılması şarttır.
Görülüyor ki, bizim TDK, hazırladığı öğrenci sözlüğünde, öğrencilere yanlış bilgi vermekte büyük bir mahâret (!) ve başarı (!) sergilemiştir!..
EDEBİCE DERGİSİ, SAYI: 21, KIŞ 2020, SF. 67-68