1926-2006 arasında 80 yıllık hayatının 60 yılını Endonezya ve Fas üzerine araştırmalara harcayan bir anıt adam. Amerikalı insanbilimci Cliffort Geertz; okudukça okutan düşündükçe düşündürten bir Amerikalı olarak bizi çok etkiledi. Artak o; ayağımıza kadar onbinlerce kilometre uzaktaki dindşlarımızın adeta ruhunu okumuş bir klasiktir.
2000 yılı basımı önsözünde “tümünü on yıl kadar önce, efsaneleştirilmiş altmışlı yılların başlarında kaleme aldığım makaleler” diye nitelendirdiği eserinde bazı makaleler birkaç yıl sahada çalıştığı Endonezya’yı konu alıyordu. Meaning and Culture (Anlam ve Kültür) adını vermeyi düşündüğü esere Basic Books’taki editörü ve makaleleri derleme fikrini de ilk dile getiren kişi olan merhum Martin Kessler haklı olarak bundan pek hoşlanmadı. Bu durumu şöyle izah eder: “Yoğun Betimleme: Yorumsal Bir Kültür Kuramına Doğru” başlıklı bölümü oluşturdu; bu arada da hem bir bakış açısı hem de o zamandan beridir koruduğu bir sloganı keşfetmiş oldum.”
Düzeni bozulan bir Cava cenaze töreni, Bali halkının zaman ve kimlik kavramları, gölge oyunları ya da Hindu gelenekleri ve elbette, horoz dövüşü üzerinden hayvanlar yoluyla yansıtılan “statü rekabetinin” kendine özgü melodramına ilişkin görüşlerini ve gözlemlerini açıklar. Esasında söz konusu olan somut olarak söylemek gerekirse bir yoksulluk dramının Endonezler tarafından yazılmış felsefi öyküsünün akademik olarak seslendirilmesidir.
Max Havelaar’a nedense hiç yer vermedi eserlerinde. Bir vicdanlı Felemenk’in ülkeyi 350 yıl sömürüken yaptıkları ırz düşmanlığı ve zulüm nedeniyle açlık ve kıtlıktan annelerin kendi evlatlarını yediğini yazan ve birinci elden bu zulme tanık olan Eduard Douwes Dekker’den hiç bahsetmedi. 1860’lı yılların tanam paksa denen marabacılık yasası uygulamaları bugünkü modern Hollanda’nın kanla inşaedilmiş modern demiryollarına işaret eder.
Hiçbir Felemenk o tren yolunda giderken kanla ve zulümle inşa edilmiş bir trene bindiğini düşünür mü?
“Herşeyini kendisini idare eden amirlerine sunma geleneği” bugünlerde “vatandaş “ (varganegara) arayışı içindeki ülkede pek hissedilmezse de Yogyakarta’da saray uşağı (abdi dalem) uygulaması ile “saraya hapsedildiği” mi yoksa “boğaz tokluğuna” çalışmaya mahkum yığınların durumu mu öne alınacak ikilemi içinde manzarayı gösterir. Endonezya 1860’lı yıllardaki köleliği terketmek üzeredir. Ya zamanla da tamamen terkedecek ya da başkalaşım geçirerek devam edecektir.
C.Geertz’in tespitlerine yeniden bakarak yeniden düşünelim: “Kültür konusunda Tylor türü hazır kuramlar ortaya atmanın neden olabileceği kavramsal bataklığı en belirgin kılan şey, antropolojiye yönelik oldukça iyi genel tanıtımlar arasında kalmayı sürdüren, Clyde Kluckhohn’un Mirror for Man adlı eseri. Kavrama ilişkin bölümünün neredeyse yirmi sayfasında, Kluckhohn kültürü şu biçimlerde tanımlamayı başardı: (1) “bir halkın yaşam biçiminin tamamı”, (2) “bireyin kendi grubundan elde ettiği toplumsal kalıt”, (3) “bir düşünme, hissetme ve inanma yolu”, (4) “davranıştan bir soyutlama”, (5) “antropolog açısından bir grup insanın gerçekte davranış biçimleri konusunda bir kuram”, (6) “toplu halde öğrenme için bir depo”, (7) “yeniden su yüzüne çıkan sorunlar karşısında bir ölçünleştirilmiş yönelimler seti”, (8) “öğrenilmiş davranış”, (9) “davranışın düzgüsel düzenlenişi için bir mekanizma”, (10) “hem dış çevreye hem de diğer insanlara uyum sağlamak için bir teknikler seti”, (11) “bir tarih çökeltisi”; ayrıca, belki de umutsuzluk sonucu, bir harita, bir elek, bir dizey olarak benzetmelere dönüş. Bu tür bir kuramsal dağınıklık karşısında, en azından kendi içinde tutarlılık taşıyan ve, daha önemlisi, tanımlanabilir bir görüş taşıyan, bir parça sınırlı olmasının yanı sıra tamamen de standart sayılamayacak bir kültür kavramı bile (açıkçası, Kluckhohn’un kendisinin de farkına vardığı gibi) bir gelişme sayılır.
Eklektikliğin kendi kendisini çürütmesinin nedeni, hareket etmesinin yararlı olacağı tek bir yön bulunması değil, birden çok yol bulunmasıdır: bir seçim yapma gereği ortaya çıkıyor. Benim benimsediğim ve aşağıdaki makaleler yoluyla da yararlılığım göstermeye çalıştığım kültür kavramı temel olarak göstergebilimsel bir kavram. Max Weber gibi ben de insanın kendi ördüğü anlamlılık ağında oturan bir hayvan olduğu görüşüne inanarak, kültürü bu ağların kendisi biçiminde algılıyorum; bu nedenle de kültür analizi bir yasa arayan deneysel bir bilim değil, anlam arayan yorumsal bir bilim. Benim peşinde olduğum şey, açıklığa kavuşturmak, yüzeysel anlaşılmazlıkları karşısında toplumsal ifadeleri anlamlı kılmak.”
Tekraren baktığımızda ve yeniden düşündüğümüzde Kluckhohn kültür tanımlamlarının karşılıklarını yerine yerleştirmek isteğimiz depreşti.