Uzun zamandır roman okumamıştım. Sebebi, belli bir şeye bağlı değil!..Okumam gereken bâzı kitaplar, gelen kitaplar, yazı işlerim vesâire derken, biraz da şiire ve makaleye dalmamdan olacak, çok sevdiğim hâlde, roman okumaya vakit ayıramadım.
Edebiyata şiirle başlamam bir yana, bilhassa filolojide okurken roman yazmayı da çok düşünüyordum. Bir de tiyatro...Onun, çok daha farklı hususiyetleri var...Birkaç şiir kitabı, mektup tarzında bir kitap, inceleme kitapları, üç hikâye kitabı ve iki de tiyatro kitabı yayınlamama rağmen, roman yazma fırsatım olmadı. Bilmem, nasip olur mu?
Tabiî ki, yazmak başka...Fakat okumamak niye? diye kendime sorduğum zaman, kendimi inandırmak için değil, hakikaten, tıpkı mesâideki biri gibi çalışmama rağmen fırsat bulamadım.
Esasa geleyim...Bu müthiş romanı, bana tavsiye etmek şöyle dursun, önemine binâen, aynı şehirde bulunmamamıza rağmen, hediye olarak gönderen Tarık Coşkun Kurt'a ne kadar teşekkür etsem azdır.
Tarık Coşku Kurt, hakîkaten, mükemmel bir kitap tâkipçisi, bir kitap 'kurt'udur.
İnsanlar; ne yaşadıkları zamanın ve toprağın/coğrafyanın ve ne de aldıkları nefesin kıymetini biliyorlar, ne de beraber yaşadıkları -yakından uzağa-insanların kıymetini takdirde yarışabiliyorlar! ;
Zır-menfaat çılgınları ile, hınzır makam, mevki ve şöhret düşkünleri, olması gereken nârin, saf, berrak, mâsûm ve nâmûslu dünyayı, zehire çevirmekten başka bir şey yapmıyorlar.
Her kimde, bir kuşun...Kuşun değil, herhangi bir hayvanın mâsûmiyeti varsa, onun elini öperim...İçinde ömür sürdüğümüz şu tabiatın her zerresinin, bizim emrimize sunulmasının maksadı, insanların, kavmî, içtimâî, iktisâdî, kültürel ve dînî sebeplerle, bir şeyleri bahane ederek birbirlerini boğazlamaları mıdır?
Dürüstlerin, mâsûmların, âcizlerin, kimsesizlerin, zâlimlerin elinde sıkboğaz edilmelerine hangi adâlet, hangi iz'ân, hangi idrâk ve hangi vicdân râzıolabilir?
"İncir Kuşları", bir hayvana bile lâyık olamayacak/yakıştırılamayacak, bir insanlık t(ı)rajidisi'nin romanı olarak, Sinan Akyüz'ün pırlanta kaleminden dökülen 'kan damlaları'dır.
"İncir Kuşları", medeniyetsiz, vahşî ve ikiyüzlü Avrupalı'nın gözü önünde, Avrupa'nın ortasında ve dünyanın kaale almaktan kaçındığı, Sırp canavarların acımasızca kan döküp tecâvüz ettikleri insanların çektiği çilelerini anlatan romanın adıdır.
İnsanlığın suratına sürülen kapkara lekenin, bir muhteşem tasvir ve anlatımla yine aynı idrâksizler gürûhunu suratlarına çarpılan, şaklatılan bir îkaz işâreti, bir uyarı şırıngası,alçaklıklarını beyanla âşikâr etme damgasıdır.Tabiî ki anlayana!
Yaşadığımız çağlar, zaman zaman, bu çağ-şu çağ diye isimlendirilirler...Bence, eski, orta veya yeni ifadelerinin hiçbir önemi kalmamıştır ve maalesef yoktur...Olmamalıdır!..Yaşadığımız çağın vahşet çağı değil de, medenîlik çağı olduğunu söyleyebilecek bir akıl sahibi varsa, önce bu kitabı okusun ve ardından tartışalım!..
Adâletsizliğin olduğu yerde, insanlık tükenmiştir!..Sözde insanlık, insanlık değildir!..Aldatmacadır!.
Bu kitap yani Sinan Akyüz'ün İncir Kuşları, zihnimi altüst ;etti... Hakikaten, ekserisi saf ve temiz insanların, yaşanan t(ı)rajedilerden habersiz olduğu bir zamanda, gaddarlar, zâlimler hâinler hâlâ ahkâm kesmekte, hâlâ adâletten, insan haklarından, hürriyetten, nezâketten, kibarlıktan, şereften, nâmustan, faziletten bahsetmektedirler ki, asıl fecaat da buradadır!..Çünkü, önde görünenler bunlardır ve bunlar,ne yazık ki, yalancıların ta kendileridir.
Hemen, gecikmeden ifade edeyim ve ilgililere bildireyim ki, Sinan Akyüz'ün pırlanta kaleminden dökülen kan damlaları, bu vahşet çağını huzur ve adâlet vaadiyle, kandırmacasıyla, riyâkârlığıyla an gölüne çevirenlerin akıl almaz icraatlarıdır. Bu kan damlaları, onların alınlarında, silinmeyecek bir leke olarak kalacak, tarihe böyle intikal edecek ve âhiret âleminde de, kazınmayacak bir siyah mühür hâlindebulunacaktır...
"İncir Kuşları"; dünya tarihinin hiçbir safhasında görülmeyecek derecede âdî ,alçak, şerefsiz ve basit birsavaş görüntüsü verilerek yapılan bir 'soykırımın' suskun dünyaya ifşâsı, bu dünyanın karşısında mertçe kükremesi ve dikilmesidir.
"İncir Kuşları"; nâmertlerin, şerefsizlerin ve alçakların, nâmûslu,mâsûm ve tertemiz ruhlu insanlara kurdukları akıl-almaz tuzakların romanıdır.Toplarla, mermilerle, bıçaklarla yapılan kalleşçe saldırıların savaş adı altında, hıristiyan yandaşlar tarafından himâye edildiği ve tecâvüzlerin, utanmazlığın, hayâsızlığın, şerefsizliğin, ahlâksızlığın günyüzüne çıkarıldığı romanın adıdır.;
Başlangıçta, iki pırlanta Müslüman gencin birbirine karşı duyduğu tertemiz bir aşk ile başlayan roman, komşulukların hiyânete dönüştüğü; daha dün, dinleri farklı olsa da, birbirlerine değişik ikrâmlarda bulunan insanların, bugün, mâsûm komşularını nasıl ihbar ettiğinin, ölümüne sebep olduğunun ve hattâ öldürdüğünün, onlara nasıl ihânet edip, onlara nasıl "tecâvüz" ettiklerinin romanıdır, İncir Kuşları!..
Kitapta yazılanların bir cümlesini bile örnek olarak buraya nakletmem mümkün değildir. Yaptığım bütün kitap tanıtımlarında, tenkitlerinde veya tahlillerinde, eserden bölümler nakletmeme rağmen,ne yazık ki,İncir Kuşları'ndan bir cümle olsun nakledemiyorum.
Peki; diyebilirsiniz ki, "O hâlde, böyle bir kitabı, bize nasıl tavsiye ediyorsunuz övüyorsunuz?
Elbette, böyle düşünenlerin hepsi haklıdır. Ancak; inanıyorum ki, kitabı okuduktan sonra bana hak vereceklerdir. Zâten, bütün mes'ele burada düğümlenmektedir.Övüyorum ve tavsiye ediyorum ammâ, maalesef örnek sunamıyorum!..
Böyle bir kitabı, Müslüman olan, Müslüman Türk olan, insan hak ve hukukuna hürmet duyan ve bu yolu kendisine rehber edinen, bu noktada, ister Müslüman olsun, ister hıristiyan, ister putperest olsun ister ateist, -çocuklar hâriç- genç, ihtiyar, kadın erkek herkes okumalıdır.
Tek şartım var...
Yalnız yani tek başına!..Muhasebesini yapa yapa...Titreye titreye..Efkârlana efkârlana...Ürpere ürpere...Çıldıra çıldıra..Yana-yakıla!..Vahlana vahlana!..Fakat, ibret ala ala...Evet, anahtar kelime: İbret!.. İbret alınmayan her ne var ise, boşuna harcanmış zaman ve emektir!..
Mehmet Âkif Ersoy'un , bundan yüz sene evvel, "Karadağ haydudu, Sırp eşeği, Bulgar yılanı, Yunan iti..." hayıflanması ve haykırmasının yanına daha başkalarını da alarak daha her ne kadar haykırma ve hayıflanma var ise öyle haykırmalı, hayıflanmalı ve kükrenmelidir!..
Âkif; 21 Şubat 1328/1913'te kaleme aldığı şu mısrâlarında durumun vahametini taa o zamanlarda ne güzel bir şekilde dillendirmişti:
"Hani, milletlere meydan okuyan kavm-i necib?
Görmedim bir kişi, tek bir kişi meydanda...Garib!
(...) Karadağ haydudu, Sırp eşeği, Bulgar yılanı,
Sonra Yûnân iti, çepçevre kuşatsın vatanı...
Târûmar eyleyiversin de bütün ordumuzu,
Bizi kovsun, elimizden alarak yurdumuzu...
Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa;
Kimi bin türlü fecâatle çekilsin kucağa...
Birinin ırzı heder, dîğerinin hûnu helâl...
........................................................
İşte, ey unsur-u isyan, bu elîm izmihlâl"
( Bknz. Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, İnkılâp ve Aka Basımevi, İstanbul 1974, Sf. 205)
"Eşeğin, yılanın ve itin" de bir hizmet vasıtası ve Allahü teâlânın yarattığı güzel mahlûklar olduğunu bilerek, başka hangi âdî sıfat var ise, bunlara öyle haykırmalı ve bu haykırmayı sâdece bir nidâ olarak değil, benliğinden gelerek, böyle âdiliklere fırsat verilmemesini temîn için çalışılmalı, birlik ruhunu tesis etmeli, gelip geçici heveslerle körpe gönüllerin, zihinlerin ve vücûtların ziyan edilmesi önlenmelidir.
Köpeğin sadakati ve kadirbilirliği, eşeğin mâsûmiyetini ve yılanın sâir faydalarını düşünerek, kendine insan denilen bu garip yaratıkları lânetlemeyen ve onlarla her türlü işbirliğini devam ettiren zihniyetleri, binlerce - milyonlarca defa lânetlemenin ve onlarla mücâdele etmenin lüzûmuna inanıyorum.
Bu cümleden olarak; ne yazık ki, ne Türk dünyasında , ne de İslâm dünyasında, müspet cihette bir kıpırdanışın belirtisi mevcuttur. Lüzumsuz iç çekişmeler, esasın gözden ırak tutulmasına sebep olmakta, hâlâ sen-ben kavgası sürüp gitmektedir. Bu eziklikten ne zaman sıyrılacağız, bir türlü de, aklım almamaktadır..
Ve ne yazık ki; ekserisi, bahsetmeye çalıştığım bu şerefsizler zümresinin birer kuklası, uşağı, yandaşı, menfaattaşı, iş ortağı zemininde riyâ ve aldatma içersinde bulunuyor...
Bir romancı; dünyanın gözü önünde işlenen bunca 'sâhiplenilmiş çirkinliği' -çünkü bu şerefsizler, yaptıklarıyla iftihar ediyorlar-, bir 'tecrübe yumağı' hâlinde, aynı dünyanın körelmiş gözüne, uyandırmak için dumura uğramış idrâkine ve hürriyet diye bağıran zorba zihniyetine bir hançer gibi saplamayı başarmışsa daha ne yapsın!..
"İncir Kuşları"ndan örnek sözler, güzel cümleler nakletmem mümkün değildir, demiştim. Çünkü; bu, bu kitabı, herkesin kendi mahremiyeti içersinde okunması cihetindeki tercihimdendir.
Herkesin, ondan, büyük 'hisse' alacak durumda olacağını ümit ediyorum.
İnsanlık âleminin, târih boyunca yaşamadığı, daha doğrusu insanlık âlemine böylesine rezilâne bir hâlin yaşatıldığı başka bir dönemi okumadım.
Bu kitaptaki mâsûm, mağdur ve mazlûm Suada'dan Tarık'a kadar herkes, birer hakîkî kahramandır. Onlara, bu zulümleri revâ gören, kadın-erkek, makamlı makamsız her 'sırtlan'dan, dünya barışını sağlamakla vazifeli olan ve bu acı, işkence, tecâvüz, katliam ve her türlü zulme göz yuman hattâ iştirak eden her kişiden, tarih önünde hesap sorulmalıdır.
Tenkid, takrîz ve tahlil yazılarında kitaptan iktibaslar yapmak âdettir. Sözünü ettiğim gibi,kitabın yapısı îcâbı, böyle bir şeyi yerine getirebilmemin mümkün olmuyor ammâ, bu durum, İncir Kuşları"nın arka kapağına kaydedilen notu da nakletmeme mâni değildir diye düşünüyorum.
Orada: "Bu kitap tamamen gerçeklere dayanmaktadır." deniliyor.
Bu cümleye aynen katıldığımı, o zamanları, basından yakinen tâkîp etmiş ve sızısını hissetmiş biri olarak ifade etmek istiyorum. Hattâ; 1994'te yayınladığım ve şu anda da birkaç kıt'asını nakledeceğim, "Bosna'ya Kahır Çöktü' başlıklı şiirim, o günlerin hazîn hâlini tasvire yönelikti(r):
"Karanlık gecelerde, çığlıkları yırtarken
Ak duvaklı kızların, şafak berraklığını;
Dolunaylar titredi yitirip aklığını;
Batırıp yüreğine o zehirli tığını;
Yirminci asır çöktü, Bosna'ya kahır çöktü!
...
Neredesin ey dünya!..Hâin Sırb'ın mermisi,
Beşiksiz bebeklerin gözlerini delerken!
Eli kanlı cânîler mazlûmu tepelerken,
Taş kesilmiş kalblerde kilise tegannîsi,
Hissizlik mekânına soluyup çağdaşlığı,
Bir avuç toprak için insan eti çiğnerken,
Yirminci asır çöktü, Bosna'ya kahır çöktü!
* * *
Köpek mi? Hâşâ yemez! Tanır efendisini...
Hisseder taa uzaktan sıcacık nefesini.
Çocuk, kadın, ihtiyar imdât feryâd ederken,
Kahramanlık zannedip bu çılgın barbarlığı;
Yirminci asır çöktü, Bosna'ya kahır çöktü!"
İşte, bu mısrâların yazarı olarak, "Bu kitap tamamen gerçeklere dayanmaktadır" sözünün, öylesine, gelişigüzel söylenmiş bir söz olmadığını, bir feryadın ifadesi olduğunu da yine tekrar etmek isterim.
Bu cümleden hareketle, kıymetli yazar Sinan Akyüz'ün, eserinin sonunda söylemek zorunda kaldığı "Yazarın Notu" başlıklı bölümden -müsaadeleriyle- birkaç cümle nakletmeliyim.
Diyor ki: "Savaş, Avrupa'nın gözü önünde 1992-95 yılları arasında sürdükten sonra, 21 Kasım 1995'te Dayton Antlaşmasıyla bir barış sağlandı. Bu anlaşmaya göre; Bosna-Hersek Devleti, içinde Bosna ve Hırvat Federasyonu'yla bir Sırp Cumhuriyeti'ni ihtiva etmekteydi. Toprakların yüzde elli biri federasyona, yüzde kırk dokuzu da Sırp Cumhuriyeti'ne (Republika Srpska) verildi.
Bu noktada üzülerek şunu söylemeliyim ki; Eylül ve Ekim 1995'te Kuzeybatı Bosna'daki Sırp kuvvetlerinin, Boşnak ve Hırvat kuvvetleri karşısında ani çöküşüyle birlikte, Sırpların başlattıkları bu savaşı o günlerde cephede kaybetmeleri an meselesiydi. Askerî yönlerden tamamen çözümlenmek üzere olan bu anlaşmazlık ne yazık ki Dayton Barış Antlaşması'ya askıda kaldı.
Bence Dayton Barış Antlaşması Boşnaklar ile Sırplar arasındaki savaşı bitirmedi."
Yazar şöyle devam ediyor: "Avrupa ülkeleri üç yıl boyunca bu savaşa neden kör kaldı?"
Yine üzülerek söylemeliyim ki; Avrupa ülkeleri, savaşta kör değil, taraftı. Hıristiyan Avrupa ülkeleri, Hıristiyan ve Ortodoks Sırpların yanında yer aldı. Avrupa ülkeleri de Sırplar gibi Boşnaklara "Müslüman Türkler" gözüyle bakıyorlardı. Halbuki Boşnaklar sadece Müslümandı. Onlar Türk değil Avrupalı bir milletti....
(...) Birleşmiş Milletler bu soykırımda Boşnakların yaşadıkları trajediye neden seyirci kaldı? Yoksa Birleşmiş Milletler, içinde Müslüman devletleri barındıran bir Hıristiyan topluluğu mu?
Nasıl oluyor da Bosna'daki Birleşmiş Milletler'in Kanadalı komutanı General Lewis MacKenzie, Sırpların zorla alıkoyduğu esir bir Boşnak kadına tecâvüz edebiliyor? Boşnak kadına tecâvüz ederken de ona hiç utanmadın şunu söyleyebiliyor: "Menfaat ile motive edilmiş aşk, en güçlü aşktır." (Bknz. Sinan Akyüz, İncir Kuşları, 49. Baskı, Alfa Basım Yayım Dağıtım, İstanbul 2018, Sf. 323-324)
Dahasını yazmaya gücüm yetmiyor!..Ancak..
Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı'mız, yazar-çizer-okur teşekküllerimiz, her seviyeli edebiyat lâfçılarımız..."Dünya tarihinde, şerefsizliğin ve alçaklığın bu kadar güzel anlatıldığı bir başka roman bulunmaması gerekçesiyle", "İşte, bizim, roman dalında, Nobel Edebiyat Ödülü adayımız budur" demeli ; ve İncir Kuşları'nı, önce Avrupalıların, ardından Amerikalıların, Rusların, Çinlilerin, Arapların, Hintlilerin velhâsılı, bu mâsûm, mazlûm, mağdur ve mahzûn, kendilerine "Türk" denilen veya "Türk niyetine" zulmedilen Boşnak kardeşlerimizin gönüllerine biraz olsun su serpip, onların da suratlarına, sahtekâklıkları birer şamar olarak çarpılmalıdır.
Sadece, şuûrsuz Müslümanların değil, dünyanın yeni yetişen nesillerine, yapılan vahşet ve alçaklık, bu yol ile anlatılmalı ve şâyet biraz insanî hislere yakınlık taşıyorlarsa, yeni yetişecek Avrupalı, Amerikalı, Asyalı, Afrikalı, Avusturalyalı , her kimin gençliği olursa olsun, atalarının yaptıkları bu rezilliklerden dolayı utandırılmalıdır.
Bilmiyorum, daha önce, bu kitaptan bahsedildi mi, bahsedildi ise nasıl bahsedildi!..Fakat, ben, 49. baskıya kadar haberdar olamadığım bu kitabı tanımamı, kitap sevdâlısı-sevgili Tarık Coşkun Kurt'a borçlu olduğumu ve kendisine müteşekkir bulunduğu tekraren, yazar Sinan Akyüz'ü gönülden alkışlıyor ve milyonlarca defa tebrik ediyorum.
Bizim kültürümüzün temeli "adâlet ve edeb"dir. Buhranlarımızın temelinde ise, ahlâksızlık, yalancılık, riyâkârlık, zâlimlik, ırkçılık ve kin vardır!..
Kendi kültür ve san'at değerlerini dünya sathına taşıyamayan Türkiye, ne Necip Fâzıl gibi bir şâir ve tiyatro yazarını, ne Mustafa Necati Sepetçioğlu, Tarık Buğra veya Emine Işınsu gibi romancıları, bu sahnede görünür hâle getirebilmiş, ne de mâzîdeki Ahmed Yesevîleri, Mevlâna Celâleddin-i Rûmîleri, Yûnus Emreleri... ilim, fikir ve gönül dünyasında tanıtma arzusuyla bir kıpırdanış gösterebilmiştir.
Şimdi, biz, Avrupalı zihniyetinin ve ahlâksızlığının umûmî seviyesizliğini ifşâ eden bir romanla karşı karşıyayız!..
Avrupalının edebsizliğini, hayâsızığını, şerefsizliğini, kendi yaptıklarıyla ortaya koyan bu kitabın yazarının yalnız bırakılmayacağına eminim....
Ümit ederim ki, bu kitap, her okuyanın tâzelenmesine, yeniden bilenmesine, tarih sahnesinde nerede bulunduğumuzun keşfine ve millî şuûrla şahlanmasına vesile olur!..Ümit!..