Bizimkisi, kültür bozulması, çatlaması, kırılması, incinmesi, karmaşası ...falan değil; doğrudan doğruya "sapması"dır. "Sapma"; ne bozulmaya benzer, ne çatlamaya, ne kırılmaya, ne incinmeye ve ne de karmaşaya!..Bu; doğrudan doğruya raydan/yoldan çıkıp istikametin belirsizliğe sürüklenmesidir.
Kültür nasıl bozulur, çatlar, kırılır, incinir veya karışır? Ve nasıl sapar hattâ sapıtır?
Lisanda birkaç kelime sekteye uğrar; mûsıkîde birkaç güfte veya beste notasını şaşırır; mîmârîde birkaç eserin rotasında ayâr olmaz; kahvehânede, sokakta birkaç argo düşkünü bulunur; câmide bir-iki imam, okulda üç-beş öğretmen vatandaşla uyuşamaz; bâzı üniversiteler, dünyâ s(ı)tandarlarını yakalayamaz; dîni tahrif eden beş-on inkârcı ve dîn adına yol aldığını sanan on-on beş kaba softa-ham yobaz ortalıkta görülür ise, birincilere misâl teşkîl edebilirler.
Ahlâksızlık, fuhuş, gıybet vs. evlere , sokaklara inmişse, yalancılık âdeta dillerde sakız olmuşsa, iltimas göz önündeyse/âşikârsa, cinâyetler devâ bulunamaz bir safhada, hırsızlık ve cinâyetler faili meçhul vaziyetteyse...anlaşılmalıdır ki, sapma/sapıtma yol almağa başlamıştır. Zaptı gerekir!..
Terör, hem de vahşî bir şekilde, elimizden vatan evlâtlarını bir bir alırken, televizyonlarda keyifle sürdürülen evlenme, eğlence ve moda p(u)roğramları, bu kültür sapıtmasının bir başka türünü teşkîl ettiğini de söylemeliyim!.. Ne kadar rahat, huzurlu, keyifli, mes'utlar!..Dünya, onlara, hani derler ya "Vız!" gelmektedir!..
Ya, şehitler için kılınan cenâze namazlarındaki asık çehrelerin, birkaç dakika sonrası...Herbiri, "Vah!" ve "Vay! " dedirtiyor insana!..Ya, hiçbir şey olmamış gibi atıp-tutmalar, kahkahalar ve hoş olmayan değil, dehşet veren gergin çehrelerle ve el-kol hareketleriyle dekorlanan siyâset sahneler!..
Alınan "helâllik"ler, işin bir başka cephesi, bir başka çehresi, bir başka düşündürücü yanıdır!..
Kimler, kime hak helâl ediyor, bir anlayabilsem!..
Acılı bitkin şehit âilesi...Mes'uliyeti, kendinde saklı devlet erkanı...Ve gençlerin; "Şehitler ölmez, vatan bölünmez!" diye, seksen öncesinden beri haykırdıkları samîmî kükreyişleri!..
Halbuki; "Şehit cenazelerini istismar ederek oy toplama gayreti içinde olan var. Şehitler musalla taşında sadece dua bekler, slogan değil. Cenaze namazları slogan atma yeri değil" (Basın: 13 Haziran 2010)
Sözlerinin tamamına katılmama rağmen, aradan geçen birkaç sene sonunda, durumun bu olmadığına şâhit oluyoruz.
Sonra, imam efendinin, âyet-i kerîme ile sâbit, "Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin, bilâkis onlar diridirler" (Bakara, 154; Al-i İmran, 169) hükmüne rağmen, âdeta, bizim, onlarda (şehitlerde) hakkımızın olacağı inadı ve iddiasıyla:
-Hakkınızı helâl ediyor musunuz? sorusu...
Âilesi hâricinde hemen hemen hiç kimse tarafından tanınıp bilinmeyen bir şehit üzerinde, orada bulunanların , onun cenâze namazını kılmaktan başka ne dahli olabilir?
Peki, sonra, her şey cenâze namazı bitinceye kadar mı, desem, yanlış mı konuşurum acaba?
Siyâsetçi, hiçbir mes'uliyet duymadan, etrafına veryansın'a devamda ve istikametini şatafatlı açılışlara, birilerine lâf yetiştirmeye çevirmektedir...Hiçbir mes'uliyet, hiçbir kimsede sezilmemekte ve görülmemektedir. Bu arada veya bu sırada, tâbiri câizse, "Atı alan da Üsküdar'ı aşmakta"dır. Belki de aşmıştır!..
Meselâ; 10 Aralık 2016'da, İstanbul'da 44 ve 17 Aralık 2016'da, Kayseri'de 14 şehit verişimizin ardından, 18 Aralık 2016'da T(ı)rabzon'da şatafatlı s(ı)tadyum açılışı yapmanın, bu sapma'da bir hissesi bunduğunu söylemeliyim.
Acılarımızı içimize gömebilmeliyiz fakat bâzı şeyleri ertelemesini de bilebilmeliyiz!..
Elbette ki, iftihar vesîlesi olan tesislerimiz açılacaktır. Ammâ, bu memlekette, bize hiç de dost gözüyle bakmayan bir k(ı)ralın ölümü münâsebetiyle (24 Ocak 2015) bir gün yas ilân edilip bayrağımız yarıya indiriliyorsa, 58 şehidin ardından da, - en azından- bu tavrı beklemek hakkımızdır.
Memleket kan gölüdür...Memleket, selâhiyetlilerin ifadesiyle tıpkı (Sevr) zamanlarına yaklaşıyor ve -kim veya kimler yaklaştırıyorsa -yaklaştırılıyor. Deniliyor ki: "Türkiye yeni bir kurtuluş savaşı veriyor" (Basın: 26 11.2016) veya "Türkiye İstiklâl Harbi'nden sonraki en büyük mücadelesini veriyor" (Basın: 23 Aralık 2016)
Peki...Peki..Ve peki...Niçin?
Yâni, memleket niçin kan gölüdür? Niçin Sevr'e yaklaşıyor veya yaklaştırılıyor? Türkiye, niçin yeni bir kurtuluş savaşı veriyor? Ve niçin İstiklâl Harbi'nden sonraki en büyük mücâdele içindeyiz?
Tekrar edeyim: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşundan 93 yıl sonra, niçin "Yeni bir kurtuluş savaşı veriyor?" veya niçin, "Türkiye İstiklâl Harbi'nden sonraki en büyük mücâdelesini veriyor" diye sormamalı mıyız, bunun muhakemesini yapmamalı mıyız?
Sormayalım ve yapmayalım, susalım mı? Kaldı ki...
Bu cümleleri ben kurmuyorum/uydurmuyorum ki!..
Peki, "Türkiye, niçin ve ne zaman îtibâriyle bu hâle geldi?" diye de sormayacak mıyız? Sormamalı mıyız?
Peki, yine, Türkiye'yi yeni bir kurtuluş savaşı vermeye ramak hâline kimlerin getirdiği hakkında hiçbir kanaat belirmek de mümkün olmayacak mı? Olmamalı mı?
Bir vatandaş olarak, bu sorulara cevap verme ketumluğunu gösterenleri asla bil(e)meyecek miyiz?
Verilen veya saptırılan gündemin sebebini idrâk bakımından, aklımızla oynandığını yâni bizimle -milletle- dalga geçildiğini ifade etmekten de imtinâ mı edeceğiz? Bütün bunlar, birer kültür sapması olarak değerlendirilemez mi/değerlendirilmemeli mi? İnsan aklıyla oynamanın bedeli ne ile ölçülebilir!..
Yalancılığın,kaypaklığın, ister riyâ - ister ikiyüzlülük deyiniz, ikili arasındaki konuşma veya tavrın, memleketi sürüklediği "kurtuluş savaşı" eşiğinin ne kadar yakınında veya uzağında bulunduğumuzun îzahını istemek hakkına sâhip değil miyiz? Şu andaki vaziyetimiz nedir, bir bilen, bir salâhiyetli, bir mes'ul çıkıp söylemelidir!..Kim veya kimler ise, lütfen, çıkıp tane tane anlatsın(lar)!..Evirip çevirmeden konuşsun(lar!..
Dilimizdeki uydurukça ve yabancılaşmanın, dînimizdeki diyalogçu çıkmazının, insanımızdaki birbirine karşı itimatsızlığın, gıybetin, hasedin, menfaat düşkünlüğünün ve adam kayırmacılığının hangi merhalede bulunduğunun sebeplerini araştırmayacak mıyız?
Dolar seferberliği öncesinde, bunca doların nerede ve niçin "biriktirildiği" de îzah edilmelidir!.. Tabiî ki, bu biriktirmedeki millî (!) sevdânın sebebini ve bunu, zihnimizden geçirip geçiremeyeceğimize dâir nasıl bir yol tâkîp etmemiz gerekeceği de bize söylensin!..
Mâdemki, yanlışa da doğru, doğruya da doğru denildiği zaman hep tasdik görüyor ve alkışlanıyor, o hâlde bizim düşünmemize ne gerek var!..Söyleyin, yapalım(!)...
Hani: "Çözüm sürecini hayvanlar bile anladı ama bâzı insanlar anlamıyor" (Basın: 2013) diyen zatın, kendi cihetinden ne kadar doğru söylediğini de söyle(ye)memeli miyiz? Meselâ, bendeniz, hâlâ anlamadın!..
"Millî ve yerli" düşüncesiyle, lirayı tercih edenlere akıl verenler, dolarlarını ortaya dökünce birden bire "millî ve yerli" mi oldular diye sormayacak mıyız?
P(i)lâjlarda, caddelerde tur atan, vatanlarını müdafaadan kaçan boşta gezer Suriyeli mültecilere, verilen maaşın, hangi bütçeden harcandığını ve hattâ, bâzıları da, sokak sokak, câmi câmi dilenen bu kişilere niçin "muhacir" dendiğini ve bunlara maaş bağlayan devlet ile, dilencilik yapanların avuçlarına bir-iki lira bırakanlara da niçin "ensar" ünvanı verildiğini, bunun, bir kültür yozlaşmasının bir başka şekline müsaade etmek olduğunu söylemeyecek ve sormayacak mıyız?
"Muhacir" kimdir? "Ensar" nasıl insandır, iyi okunmalı, iyi tahlil edilmelidir!..Önce ve her şeyden evvel, bu bozdurulan dolarların sâhiplerini önde görmek isteriz!..
Çapkınlıkların bir maharet, bir çağdaşlık; menfaat birliğinin karındaşlık sayılmasının sebeplerini düşünemeyecek miyiz?
Câmilerin içini dolduran "oturak"ların yanlış olduğunu söylemeyecek miyiz?
23 Aralık 2016 târihinde, câmilerimizde, Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan "Allah'ın Yardımı Müminlerle Beraberdir" konulu Cuma Hutbesi okundu. Tabiî ki, çok güzel!..Fakat, (metindeki sıra ve yazılış ile) okunan metinde, "millet, milletimize, milletin, Milletimiz, milletiz, Milletimizin, millet, millet, milletimizi, milletimizi, milletimize, milletimize" kelimeleri tam (on iki) defa geçmesine rağmen, bu milletin hangi millet olduğuna dâir hiçbir işârete rastlayamadım.
Kaldı ki, 29 Temmuz 2016 târihli Cuma Hutbesi'nde de, (yine sırayla) "milletimizi, bu millet, bu millet, bu millet, bu millet, milletimizi, bu millet, milletimiz, millete, Milletimizin, Milletin, millet, Bu aziz millet, bu aziz millet) kelimeleri tam 14 defa geçmesine rağmen, yine, bu milletin hangi millet olduğu beyân edilmemiştir. (Bknz: M. Halistin Kukul, Bu Millet, www.kapsamhaber.com - 04 Eylül 2016/13.52)
Niçin?
İkisi de tesâdüf mü?
Öyle bir karmaşa ki, hangi söz yalan, hangisi doğrudur anlamak mümkün değildir. Hangi göz nereye bakıyor, anlamak için şaşı oluyoruz!..Şuûrumuz ne kadar açık olsa da, idrâkimiz ne kadar kavi bulunsa da, hâfızamız ne kadar tâzeliğini muhafaza ederse de, bunları ayırt etmekte zorlandığımı itiraf etmeliyim.
Meselâ; "2017 yılı sonuna kadar 175 yeni cezaevi yapılması" (Basın: 23 Aralık 2016) hangi müspet faaliyetin ve kültürel gelişmenin habercisidir, düşünmemeli miyiz?
Müthiş bir şey değil mi? Bir yıl içinde, tam (yüz yetmiş beş) ceza ve infaz kurumu!..Hangi başarının bedelidir bu, diye aklımızdan geçirmeyelim mi? Gelinen bu merhalenin sebepleri araştırılmamalı mı? Hangi kültürel sapma'nın netîcesi olarak bu hâl zuhûr etmiştir, bilmemeli miyiz?
Meselâ; bir günlüğüne de, bir haftalığına da olsa, Noel baba veya Noel ana kıyafetiyle boy göstermek de bu sapma beyanının içindedir.
Allahü teâlâ, Ra'd Sûresinin 11. âyetinde şöyle buyurmaktadır:"Bir kavim/millet kendi durumunu değiştirmedikçe Allan onların durumunu değiştirmez."
Peygamber Efendimiz de, bir hadîs-ı şerîflerinde şöyle buyurmaktadırlar: "Kim bir millete/kavme benzerse ondandır."
Öyle bir vaziyet ki, "tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek devlet" deniliyor da, bunların da kime ait oldukları söylenmiyor. Ve öyle bir fikrî kaos ki, "bu millet" denilen milletin adı da mevcut değil, lisanı da!..Nasıl iş?
Dil'siz/lisan'sız millet mi olurmuş!!!
Dil/lisan, milleti vücûde getiren ana/temel unsurların başında geleni değil midir? Türkçe'siz Türk milleti olabilir mi?
"Türkiye; Türkili/Türkistan" demektir ve hepsi de "Türk vatanı", "Türk yurdu", Türk ülkesi", "Türk memleketi" mânâsındadır. Yâni, bu tek vatanın ismi: Türk vatanı'dır. Tek millet: Türk milleti'dir. Tek bayrak: Türk bayrağı'dır. Tek devlet: Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir. Sözü edilmeyen lisanı ise: Türk dili'dir/Türkçe'dir.
Kültürel sapma; ilk önce ve en kolay siyâset müessesini tesiri altına alır, kullanır ve sür'atle tabana doğru yayılma imkânı bulur. Ondan en az veya en son müteessir olanlar ise, ilim câmiası ve subaylık'tır.
Bilinmelidir ki, kültürel sapma, en tehlikeli ve netîcesi îtibâriyle de, en tahripkâr sosyolojik bir hâdisedir. Bu bakımda, çok yönlü olarak ele alınmalı ve incelenmelidir. Tesiri geç anlaşılır fakat en kalıcı tahrip, onundur.
Kültür sapması'ndan bahisle, târih içinde nerede bulunduğumuzu keşfe çalıştım...Zamanı, dilimlemek kimin haddine ki, benim olsun!..
Dileğim odur ki; Allah ve Resûlü'nun cihânşümûl mesajları ışığında,hakkaniyete dayalı bir dünyada yaşayalım!..Müslüman Türk milleti olarak, millî ve mânevî değerlerimize sâdık bir tarzda ömür sürelim!..Âmin!