Uzun süre gelemedim gelini olduğum memleketime. Çünkü ayağında terlik, sırtında pijama ile Ankara'ya gelen depremzedelerin tanıdığım on, on beş ailesiyle ilgilenmem gerekiyordu. Üstelik altı nüfuslu depremzede bir aileyi yedi ay evimde misafir etmiştim. Zaten Ankara'ya sığınan hemşerilerime kira ödemeyecekleri ev bulmak, gıda ve giyim ihtiyaçlarını gidermek, yavrularına okul bulmak için uzun süre Ankara'da kalmam gerekiyordu.
İki ay önce geldiğimde eşimin ilçesi Kırıkhan'ın tanınmaz halde olduğunu görmüş, kahrolmuştum. "Keşke gelmeseydim." cümlesi bilmem ki kaç defa dökülmüş dudaklarımdan Antakya'yı görmeye tahammül edemeyeceğimi anlamıştım.
Tayfur Sökmen'in Hatay Bayrağı'nı astığı meclisin yerinde yeller estiğini biliyordum. Asi'nin iki yakası da mezar olmuştu hemşerilerime. Anadolu'nun ilk camisi Habibi Neccar'ın virane görüntüsüne bakamayacaktı gözlerim.
Bu yüzden gitmemiştim Antakya'ya. Arkadaşlarımın gönderdiği videoları ağlayarak izleyişim bunca hastalığı getirmişse şu zayıf bedenime, bu gözler nasıl dayanırdı harabeye dönmüş Antakya'yı görmeye?
Şimdi yeniden geldim Atatürk'ün "Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde esir kalamaz." dediği hattaki ay Hatay'a. Bugün Asi şehrimdeyim. Yanmış, yıkılmış bir savaş meydanını gezen bahtsız asker gibiyim. Per perişan memleketimle baş başa vermiş ağlaşırken birden Asi'nin isyanı çınladı kulaklarımda. Herkesin dediğinden başka şeyler anlattı bana. Üstelik, tam da doğaçlama şu mısralar dökülürken dilimden. "Ah güzel Hatay'ım, sana ne oldu? Yeşil dağlarının lalesi soldu. Güneş yüzlü başaklara can veren, verimli ovana kan, hicran doldu." İkinci dörtlüğün ilk mısraı dökülecekken dilimden Asi konuşmaya başlayınca mısralar gönül dağının ardına pustu. Başka şeyler anlatan Asi'nin gösterdiği açıya kaydı farkındalığım.
Evet deprem olmuştu.
Deprem demek toprağın altının üstüne gelmesi demekti. Asi'nin anlattığına göre sadece toprak oynamamıştı yerinden. Evet deprem olmuştu. Sadece toprağın içi dışına dökülmemişti. İnsanların içinde de deprem olmuştu. İçlerinde, vicdanlarında, bilinçaltında her ne varsa dökülmüştü dışarıya ve saçılmıştı ortalığa.
"Bak" dedi Asi. "Şu köyün baş tarafındaki ev muhtarındır. Deprem sonrasındaki günlerde yüzden fazla un, bulgur, makarna, mercimek, pirinç çuvalı yıkıldı bir akşam üzeri evinin bahçesine. Tabii ki köylüye dağıtılsın diye gönderilmişti ak vicdanlı kişilerce. O ne yaptı biliyor musun?" Bilmiyorum, manasında salladım başımı. "Hepsini bahçesindeki deposuna taşıdı, o gece yarısı. Yetkililer sorduklarında, 'Tabii ki verdim' dedi. Oysa çok yakını birkaç aileye birer çuval zahire vermiş, gerisini saklamıştı. O çuvalları istiflerken köyün alt başındaki şu evlerdeki çocuklar açlıktan ağlıyordu. "Aklımdan geçeni okumuş gibi "O gıda çuvalları birkaç ay geçmeden kurtlandı, çimlendi ve bir gece yarısı bana döküldü. Oradan biliyorum yani." dedi. Dudaklarımı ısırdığımı ağzıma yayılan sıcak kan tadından anladım. Susmayacaktı belli ki. "Asi kararlı, ısırmakla kalmayacak dudaklarımı yedirtecek bana anlaşılan" diye düşünürken uğultulu sesini yükseltti. "Sadece muhtar değil şu acıyarak baktığın virane evin bahçesine kurulmuş iki konteynırın arkasındakinde ne var biliyor musun?" Gözlerim tam da oraya bakarken sormuştu soruyu. "Evsiz bir aile kalıyordur sanırım." dememe fırsat bırakmadan boz bulanık sularını yuvarlayıp Çevlik'e doğru akıtırken, güldü. "O da öndeki konteynırda kalan aileye ait. İçinde ne var biliyor musun?" Dudak büktüm. Nereden bilecektim. "Orayı depremden sonra gönderilen yardımlardan ele geçirdikleri ganimeti depolamak için kullanıyorlar. Ganimet kelimesini bilhassa kullandım çünkü ailenin her biri başka bir ailedenmiş gibi davranarak eşya depoladılar.
Birçok yeni ev eşyasının yanında on iki adet soba var orada. Üst üste yığdılar. Birkaçını yüksek meblağla sobasız ailelere sattılar ama hâlâ beş altı soba diğer ganimetlerle birlikte paraya çevrileceği günü bekliyor." Gösterdiği konteynırda kalanlar uzaktan tanıdığım kişilerdi.
Depremden bir hafta sonra ağlamaklı sesleriyle telefon edip perişan olduklarını, barınacak yerleri olmadığını, ağlayarak anlatmışlardı. 6 Şubattan beri yattığım yataktan, yorgandan utanırken kayıtsız kalamazdık, bu serzenişe. Biz de telefonla ulaşabildiğimiz yetkililerden ricada bulunmuş ve konteynır temin etmiştik. "Demek bizim dil dökerek gönderdiğimiz konteynırı depo yapmışlar ve gariban depremzedelerin hakkı olan malları buraya istiflemişler." diye vahlanırken Asi, isyankar sesiyle hâle döndürdü beni. "Şu arka sıradaki birçok konteynırda soba yok hâlâ. Alacak paraları yok çünkü. Orada sobalar üst üste çürüyor bu zavallılar da ellerine geçirdikleri bir elektrik sobasıyla ısınmaya çalışıyorlar. Fatura çok gelmesin diye sadece akşamları ısınıyorlar."
Tuvaleti, banyosu olmayan bu teneke kentin kirli saçlı çocuklarına baktım uzun uzun. Her şeye rağmen gülüp oynuyorlardı. Çocuk olmak ne güzeldi. Fakirin yorganı güneş batıncaya kadar yoklukların hepsine meydan okuyacaktı çocuklukları. Ağıtlar akşam başlayacaktı, belliydi. Asi'yle söyleşim bu kadar değil tabi. Bu kadarını yazdım şimdilik.
Deprem, toprağın içini dışına çıkartırken insanların ruhlarında sakladıkları her hallerini de dışa vurmuştu. İnsan olanlarsa hâlâ insanca davranıp insanca konuşuyordu. Öğretmenliğim sırasında çocuklarıma verdiğim o örnek aklıma geldi. "Elimdeki bu portakalın içinden ne tür su çıkar?" Sorusuna hepsi bir ağızdan "Portakal suyu öğretmenim" diye cevap verirdi. "Peki bu portakalı keserek sıkmak yerine duvardan duvara vursak, sonra sıksak içindeki suyun niteliği, içindeki vitamin değeri değişir mi?" diye devam eden soruya, "Değişmez öğretmenim. Ne yaparsak yapalım yine portakal suyu çıkar." cevabını alınca elimdeki portakallardan birini keserek suyunu bir bardağa alırdım. Diğerini duvardan duvara atar, sıranın üzerinde ezer, yuvarlar sonra suyunu sıkar ve gönüllü çocuklara tattırırdım. Sıra gelirdi iki ayrı bardaktaki portakal suyunun lezzetinde hiç fark bulamadıklarını söyleyen yavrularıma ana fikri vermeye. "Demek ki neymiş? İçi güzel olan insan hangi eziyetle karşılaşırsa karşılaşsın insaniyetinden ödün vermezmiş, öyle değil mi? Bundan sonra sanırım ki 'Önce o bana küfretti öğretmenim, ben de dayanamadım' gibi mazeretlerle kendinizi savunmayacaksınız." Öğüt vermekten ziyade yaşayarak göstermeyi yaşatarak içselleştirmeyi amaçlayan dersim türlü örneklerle devam ederdi.
Derslerimde yaşanan bu misal de aklıma gelince gözlerim doldu. Beşer sınıfını atlayamamış olanların içindeki her melanet ve vahşi hırs ortalığa saçılmıştı. Artık gizlemeye bile gerek duymuyorlardı. Kalktım. Daha fazlasını dinlemeye gücüm kalmamıştı. Vedalaşmadım. Arabama doğru ilerlerken ardımdan seslendi. "Yarın yine gel. Sana depremin aslında bir nimet olduğunu anlatacağım." Şaşkın bakışlarla kalmıştım ki üzerindeki poşet ve çöpleri kıyıya savurup arkasını döndü ve gitti. Yarın sözleştiğimiz yerde görüşeceğiz.
Emine Özgenç
Öncelikle elinize yüreğinize sağlık. Ben yazdıklarınızda ki samimiyete ve doğru olduklarına adımdan daha eminim çünkü o süreci sizinle beraber yaşadım ve şahit oldum. Siz ve eşiniz Şahan Bey iki insanın gücünün fevkinde gayret gösterdiniz. 1999'dan sonra geçen 23 yılda bu memleket medeniyet yolunda hiç yol alamamış. Ben medeniyeti insani erdemlerin gelişmişliği ile ölçerim. 99 depremi sonrası İzmit'de meşhur bir Doğukışla Çadırkenti vardı. Doğukışlanın hemen yanıbaşında iki tane üç katlı bina vardı ve oralarda üç beş aile otururdu. Bu binalar depremde hasar görmemiş dimdik ayaktaydı. Binalarla eşimin çalıştığı okulun arasında bir sokak vardı. Bir gün eşim bana dedi ki " Bak Atalay göreceksin birkaç ay sonra şu binanın altında bir market açılacak." Eşimin kehaneti noktası virgülüne gerçekleşti. Market açıldı ve yine birkaç ay sonra kapandı. Kısacası İzmit'e gelen yardım kamyonları ilk olarak Doğukışla'ya girerdi. Bu binada oturan ailenin bütün fertleri her kamyondan yardım malzemesi almış ve onları açtıkları markette satmışlardı. Medeniyet ekonomi ve teknoloji gibi hızlı ilerleyemiyor. Bence hükümetler ülkeyi kalkındırmanın yanısıra medenileştirmeyle de övünebilmeli.