Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü. Çokları gibi ben de kapitalist düzenin uydurduğu böyle günlere rağbet etmem. Ne hediye kabul ederim ne de başka paye beklerim. Her gün zulmettiğini bir gün kutsamakla çözülmez meseleler. Öyleyse niye bu günü anarak başladım yazıma? İtiraf edeyim. Ne zamandır kaleme almak istediğim bir konuyu, -sözüm ona modern dünyanın- uydurması bu günü bahane ederek gündeme getirmek istedim.
Başlıkta zikrettiğim üç unsur, daha önce ele aldığım toprak konusuyla birlikte en çok kıydıklarımızdır. Üçü de Türk’ün destan devrinden bugüne taşınmış olan dokuz önemli milli ve bedî unsurdandır. Türk’ü diğer toplumlardan ayıran ve yücelten kutsallardır. Ne yazık ki günümüzde en çok kıyıma uğrayan da bunlardır. Hiç düşünmeden harcanan, “Yerine yenisi gelir, aman sende boş ver” mantığıyla hiç edilen unsurlardır. Üçü de hayat verir. Üçü de hayatın sürdürülmesi için gereklidir. Üçü de modern (!) dünyanın güya söyleminde var olan, eylemde hedef edilmişidir. Üçü de masum ve mazlumdur.
Kaşgarlı Mahmut Türkler ’in, gözüne yüce görünen her şeye “Tanrı” dediğini yazar. -Şimdi benim imanımı sorgulayan dini bütünler (!) çıkacaktır. Hemen söyleyeyim; sizin teraziniz benim imanımı tartamaz. Zaten bu konuda Allah’tan başkasının iltifatına rağbet göstermem. Demem o ki boşa yorulmayın- Bu nedenle İslam öncesi Türk yaşayışında kutsallarımız olup bugün hükümsüzleştirilenlerden biri olan ağaç konusuyla devam etmek isterim.
Deprem felaketiyle sarsılan, viraneye dönen Kırıkhan’da hastane civarında öğretmen evi yapmak için kesilmiş ağaçların deprem sonrası yan yana dizilen tabutlar gibi yerde yatmakta olduğunu görünce içim kavruldu.
Milletim, büyük göçte bile gittiği her yere memleketinden bir ağaç fidesi, tohum veya bitki götürmüştü. Doğan çocuğunu, ağaç dikerek kutsayan; ölenini diktiği ağaçla yaşatan bir milletin evladıyız. Beşikten, tabuta ve hatta mezara kadar ağaçla hemhal olmuş bir milletken ne ara ağaç canavarı ettiler bizi?
Türklerin milli ve bedî unsurlarının başında gelen ağacı ne ara bu kadar kıyılası yaptılar? Türkler ki kesilmesi elzem olan ağacın etrafında halka olup o güne kadar verdiği hizmetlere teşekkür ettikten ve özür dileyerek ağaçtan izin istedikten sonra baltasını çıkartırdı. Betonları ne zaman ağaçlardan çok sever hâle geldik? Tabiat, önün de sonunda bir şekilde öcünü alıyor işte; görmüyor musunuz? Dünyada görülmemiş genişlikteki alanı dolayısıyla on bir ili etkileyen 6 Şubat depreminden hiç ders almadık mı?
Yere uzatılmış, dalı budağı budanmış tomruklara utanarak bakarken yüreğimi yakan feryadına karıştı kadın çığlıkları. Hangi sebeple olursa olsun kıyılan kadınların ruhunu gördüm sanki yerdeki tomrukların arasında. Kuşlar gelmişti yasına. Bu hüznü başka da duyan yoktu zannımca. Hassa ve Kırıkhan mezarlarında Türk tamgalarının peşine düşen Mahmut Ateş kardeşimden başka bu ağaç kıyımını gündeme taşıyana da rastlamadım. Onca, bina yapmaya uygun yer varken neden illa da orman? Neden illa da ağaçlık alan?
Fatih’in verdiği “Ormanlarımdan bir dal kesenin boynunu keserim” fermanını nedense en çok da Fatih’i dilinden düşürmeyenler unutuyor. Önderlik eden “Kurt” kocayıp da köpeklere maskara olalı beri unutuldu bu değerler. Sanıyorlar ki bu milletten yeni bir önder çıkmaz. Çıkıp da hesap sormaz. Talanı içten ve dıştan en büyük boyutuyla sürdürenlerin sonu hazin olacak, göreceksiniz. Nereden mi biliyorum? On bin yıllık Türk Tarih ve Medeniyetinin günümüze ulaşan izlerinden.
Orta Asya ve Sibirya toplumlarının inanışlarında varlığın kaynağı ağaçtan gelmedir. Oğuz Kaan Destanında ağaç ve kadını birbirini bütünleyen, büyüten olarak görürüz. Gökten inen ışık bir ağacın bağrında yerleşir büyür ve Oğuz Kaan’ın ilk eşi ışıktan, ikincisi ağaçtan doğmuş mukaddes kadınlardır. Ağaç, kadını; kadınsa nesilleri doğurur.
Türk destanlarında kadının yeri tartışılmazdır. Kadın, Tanrı Ülgen’e yaratma ilhamı verendir. Henüz hiçbir şey yaratılmamışken ve yalnızca uçsuz bucaksız su ve karanlığın hüküm sürdüğü bir zamanda, sonsuz suların üstünde Tanrı Ülgen uçarken karşısına başında gücü simgeleyen tacıyla, ışıktan bedeni ve güzelliğiyle ansızın çıkmış, “Yap” diyerek yaratma ilhamı vermiş bir kadındır Ak Ana. Bütün evrenin yaşam döngüsünü başlatan bir kadındır, destana göre. Tanrı Ülgen, bu ilhamla önce kâinatı sonra insanı yaratır ve ona şu talimatı verir. “Olan şeye yok, deme. Eğer yoktur dersen, var olan şey de yok olur.”
Var olanı yok edenler, bir gün yok olacaksınız. Türk’ün destana işlediği bu kadın kutsiyetini ayakaltına alanlar, bedelini ağır ödeyeceksiniz.
Göktürklerin yeniden millet oluşlarında Anne Kurt’un vazifesini unutmayıp bugüne taşıyan milletime ne oldu böyle? Ne oldu da kadını en sonraya iteledi. Dede Korkut hikâyelerinden birinde Banu Çiçek; evleneceği erkeğin ata binmek, kılıç kullanmak, güreşmek gibi bugün erkek işi diye görülen alanlarda kendiyle yarışacak vasıfta olmasını şart koymamış mıydı? Neticede yenişemediği Bamsı Beğrek’le kendine denk olduğu için evlenmemiş miydi? Kültürümüzde bu ve buna benzer yüzlerce misal varken bizim kızlarımıza ne oldu da kadir kıymet bilmezlere eş oldu?
Kadını bu kadar yücelten bir milletin bugün içine düşürüldüğü durumu görüp de kahrolmamak mümkün mü? Kadını; el kiri, aklı kısa, eksik etek diye nitelendirme seviyesizliğine asırlar içinde alıştıra alıştıra düşürüldük. Saman altından su yürüten anlayışın mensuplarının, bu üç unsurdan geriye kalan kırıntıları da hiç etme derdinde ısrarlı olduğunu televizyon programlarından, haberlerden, toplum yaşayışından kolayca ve üzülerek anlıyoruz. Kadını cinselliğin haricinde bir yerde görmek istemeyenlerin zulmü, kız çocuklarımıza kadar uzandı. Sıkça soruyorum bu soruyu “Türk kalan yok mu?” Yalnız kadın konusunda değil, bizi biz yapan bütün değerlerin pespaye edildiğini gördükçe soruyu yineliyorum. “Türk kalan yok mu?”
Hayır, yeiste değilim. İçimizde bir yerde o saf nüve saklı, biliyorum. Tulparlarda umudum. Onları görünmeyen kanatlarıyla üzerimize doğru koşarken görüyorum. Atalarımızın ruhundan kut getiriyorlar. Tulparları efsane diye küçümseyenler, bir gün kanatlarının gölgesinde korkudan titreyecekler. Onlar, yalnızca koyu karanlıkta büyük engelleri ve mesafeleri aşarken kanatlarını açarlar. Bu yüzden kanatları görünmez. Siz kötücüllerin evlatları! Siz; ağacı, kadını, suyu hiç etmeye devam ettikçe karanlığı çoğaltacaksınız ama unutmayın o karanlıklar “Tulpar”ın daha hızlı yol almasını sağlayacak.
Su konusu da başka bir yara bağrımda. Nerede bir su kenarı gördüysem kıyısında çöp yığını vardı. İnsandan arta kalan ve yıllarca çürümeyecek olan bu kalıntılarda insanın çürümüş vicdanını, edebini, ahlakını, haysiyetini gördüm. Tiksindim.
Dün Hassa’da arkadaşlarla benzer konularda fikir alış verişi yaparken Ahmet Yanar arkadaşım Moğolistan’a yaptığı geziden bahsetti. “Demek Turan hacısı oldun. Şimdi kıskandım seni.” diye lâtife edince mevzu Duha Türklerine geldi ve Ahmet hoca gözlerimi yaşartan şu hatırasını nakletti.
Moğolistan’ın orta kuzey bölgesinde yaşayan, Hövsgöl Uygurları da denilen Duha Türklerinden birinin çadırına konuk olmuş. Bazen işaretle bazen ortak kelimelerle ama en çok da tercüman aracılığıyla sohbet etmişler. Evin hanımı bir ara dışarı çıkarak yüksek sesle dere kenarında oynayan çocuklarını yemeğe çağırmış. Çocuklar helkelerle dereden su taşıyıp çadırın önünde birbirlerine dökerek ellerini, ayaklarını, yüzlerini yıkamış ve sofra başına oturmuş. Hoca, tercüman aracılığıyla merak ettiğini sormuş. “Bu çocuklar dere kenarında oynuyordu. Siz çağırınca dereye girip temizlenebilirlerdi. Onlar, suyu çadırın önüne kadar taşıyarak temizlendiler. Neden dereye girip üzerlerindeki çamurdan, kirden arınmadılar?”
Aldığı cevap hayranlık uyandırıcı. “Dereyi kirletme hakkımız yok çünkü aşağıdakilerinde bu suda hakkı var.”
İşte size saf ve zarif Türk anlayışı, Türk felsefesi, Türk inanışı, Türk örfü, Türk ahlakı... İşte size çağdaş dünyanın ulaşmadığı yerde bozulmamış Türk kültürü.
Bu misalle anlaşılmıştır sanırım, nasıl bir medeniyetten gelip neye dönüştüğümüz ve nelerimizi kaybettiğimiz. Medeniyet denen canavarın dişleri arasında yaşayan bizler; foseptiğimizi derelere, çaylara, ırmaklara, göllere ve denizlere akıtırken bozulmamış Türk töresinin çocuklarının, yüzündeki çamur ve kirden deresini koruyan bu ulvi anlayışının ne kadar uzağındayız, değil mi? Başkalarının hakkına saygı, ancak bu kadar güzel hayata nakşedilir. Bugün hangi medeni kanunla sağlarsınız bu yüce davranışı? Sözüm ona, yeni toplum inşasıyla meşgul olanlar; söyleyin bakalım. Eriştirebilir misiniz toplumu bu saf anlayışa? Hele bu eğitim anlayışıyla kenarından geçemezsiniz. Ulaşamazsınız onlardaki bu insani vasfa. Çünkü onlar, Ak Ana’nın bozulmamış torunları.
“Efendim, bu kadar çok nüfusun fosseptiğini nereye akıtacaktık? Medeni yaşamanın bir bedeli var vs. ” gibi sorularla savunmaya geçmiş olanlaradır sözüm. Canım, teknoloji ve bilişim çağının medeni insanıyız ya! Bunca gelişmişliğe rağmen hâlâ çözümü tabiatı kirletmekte buluyorsak, düşünmek gerekmez mi?
Ak Ana’nın ak yürekli kadınlarına kıyışımızı nasıl açıklayacağız sahi? “Ya benimsin ya toprağın” anlayışı cahilini, okumuşunu esir aldığı yetmez gibi siyasetçileri de esir almışken çıkış kapısı nerede, bilen var mı? Ne ara bu kadar çaresiz kaldık? Ne ara bu kadar vahşi olduk? Ne ara insan hak ve hürriyetini bu kadar hiç ettik? Güya topluma yön verecek siyasetin mensuplarının, “Ya bana oy verirsin ya seni sefalete mahkûm ederim.” anlayışının ne zaman kölesi olduk?
Bir Kumuk atasözü der ki “Tulpar dünyanın bir başka köşesinde olsa da kendi sürüsünü bulur.” Allah vere de Tulpar bu karanlıkları çarçabuk aşsa. Tez zamanda Tanrı, üzerimize kut indirse. En kısa zamanda Tulparlar, atalarımın ruhundan üflese göğe, dağa, ırmağa, denize ve toprağa. Kadın atalarımın onur duyacağı analar yetişse boy boy. Kızımızla oba, oğlumuzla ordu olsak artık. Çok örselendi değerlerimiz ama ümit varım. Bekliyorum. Kadın, Ağaç ve Su da öyle.
Emine Özgenç
8 Mart 2024
TEBRİK EDERİM. MÜKEMMEL BİR MAKALE. TEMENNİ EDERİM Kİ, OKUYANI ÇOK OLUR VE -BİRAZ OLSUN- İBRET ALINIR. SELÂMLARIMI VE BAŞARI DİLEKLERİMİ SUNUYORUM. ŞAH KARDEŞİME DE KALBİ SELÂMLAR.
Elinize sağlık, kaleminize kuvvet Emine Hanım ????????
Türklerin yüce gördüğü şeylere Tanrı gözüyle görülmesi, dünyaya söyleyecek sözü olanların dünyaya bahşettiği bir okumadır.Mevzu edilen o ağaç, o ana ve o suya yeminle söylüyorum.Eynesi Ana'nın duası olduğun, bu makalede daha da açıktır.Bana duaya âmin demek düşer.Saygıyla eğiliyorum.