Ziya Gökalp, Çoban ile Bülbül şiirinin bir yerinde, "Çalış, çoban çalış, kurtar öz yurdu!/Şâirlerden topla, bülbül, bir ordu!/Çoban dedi: “Edirne’den tâ Van’a,/Erzurum’a kadar benim mülklerim!/Bülbül dedi: “İzmir, Maraş, Adana,/İskenderun, Kerkük en saf Türklerim!" der.
Şüphesiz bütün Türk coğrafyasında yaşar nice en saf Türkler. Tarihin kızı olan Türk Milleti’nin mensupları tarih boyunca neler çekmiştir, milliyetini sevdiği ve sahiplendiği için? İyi bilinen bir söylem ve gerçektir, “Tarihten Türk’ü çıkartırsan geriye bir şey kalmaz.” sözü.
Başka açıdan bakınca da Tarih boyunca sırf milliyetinden dolayı Türkler kadar acı çeken başka bir millet, halk, topluluk yoktur desek abartı olmaz. Bunlardan biri de Kerkük Türkleridir. Öpöz Türk yurdu olan Kerkük’ü asimile etmek için dünya el ele verdi desem de abartı olmaz. Netice de bugün Kerkük’ün Kürtlüğü, Araplığı tartışılıyor bir tek Türklüğü gündeme getirilmiyor. Bu konuya başka bir yazımda genişçe değinmek üzere bugünkü konuma geçeyim.
Kerkük deyince nice hoyratlar açar, bağrımdaki yaraların başını. Yürek parçalayan feryat olur her biri. "Demerem,/İncisem ay demerem./Min ay görsem, ulduzduz,/Men ona ay demerem." diyen bir Türkmen'in mavi göklerin kırmızı beyaz süsüne olan aşkı güç verir benliğime. Silkinir yeniden düzen veririm vatan sevdasıyla çağlayan gönül telime.
Irak'taki, Suriye'deki Doğu Türkistan, Kırım ve daha nice Türk yurtlarındaki soydaşlarımın çektiği ezaya, uğradıkları zulme yanar özüm. Güzel ülkem Türkiye'me duydukları güvene karşılık bulamayışlarına kahrolurken son zamanlarda ülkemin neredeyse onların kaderini yaşaması için oynanan oyunları bozmanın yollarını arar aklım. Elimde bir kalemim var; ne yapayım, yazmaktan başka? "Türkiye'me Türk soyluluğunu başında taç gibi taşıyan idareciler ve insanıma o idarecileri bulma ferasetini nasip eyle Allah'ım" duasındayken dilim, bir Türkmen kardeşimizin hayatına uzansın kalemim ve Ekrem Tuzcu'dan bahsedeyim bugün. Türkçülük sevdasını göğsünde madalya gibi taşıyan ve her ezaya bu uğurda eyvallah, diyen bir büyüğümüzü anlatayım, dilim döndüğünce.
Kerkük'ün Tuzhurmatu ilçesinde 1933 yılında dünyaya gelmiş. Türk ve Türklük aşkıyla yanmaya başlaması ta çocukluğuna dayanıyor. Öz benliğini muhafaza etme uğrunda çekmediği kalmadı ama Türkiye sevdalı Ekrem Tuzcu, Türkiye’ye kırgındı. Elbette ki asıl kırgın olduğu idarecilerin aymazlığıydı. Önce 1962 yılında yazdığı kırgınlığını belirten şiirini yazayım sonra da sebebini açıklayayım.
“Günler geçti, aylar geçti, yıllar geçti kalkmazsın.
Sağa baktın, sola baktın bir karşına bakmazsın.
Al bayrağı demir elle bizim ele çakmazsın.
Günü güne katma annem, yâd elinde yaşıram.
Genç sinemde her gün bin oklar taşıram.
Bilmiyorum ne beklersin her dem ona şaşıram,
Uzaklardan bakıyorsun sineme ok vursunlar.
Kendi yurdumda gezerken, gögsüm üste dursunlar.
Kan kardeşim bilaçlarda, ormanlarda geziyor.
Her günde bir bar içinde ipek kolda süzüyor.
Bağ istirem yaram sarsın, darılıyor, üzülüyor.
Sen sarmazsan ben sararım derin derin yaramı,
Sen soymazsan ben soyarım üstümdeki karamı.
Aç ve çıplak koltuğuna al beni.
Kumaş yoksa şereflendir al bayrağa sar beni.”
Ekrem Tuzcu, Türk'üm dediği ve bu uğurda şiirler, hoyratlar söylediği için cezaeviyle ilk tanışıklığından sonra zindanda gördüğü eziyetin tezahürü olan bu şiirindeki siteminde ne kadar da haklıydı. Maalesef aradan geçen onlarca yıl belli ki hiçbir şeyi değiştirip iyileştirememiş.
Ben, kendisini 2014 yılında Ümit Özdağ'ın Yeniçağ Gazetesindeki, “Bir Türkmeni Anlamak” başlıklı köşe yazısı vesilesiyle tanıdım. O günlere dair bakın ne diyor Sayın Özdağ. "Irak’ta ve Suriye’de Türkmen olmak, Türk olmak hep zordu. Bugünlerde ise daha da zor. Türkmen bebeleri Sincar dağlarında 50 derece sıcaklıkta susuzluktan annelerinin kucaklarında ölüyor. Helikopterlere atlayan ve ancak paletlerine tutunabilen Türkmenler bir süre sonra yüzlerce metreden kameraların önünde düşüp ölüyorlar. IŞİD’in tecavüz etmek için istediği kızlarını teslim etmek istemeyen babalar kızlarını öldürüyorlar. Türkmen kentleri basılıyor, katliamlar küçüklü büyüklü devam ediyor. Özetle Türk olmanın bedeli çok ağır ödeniyor. Belki bu olanların hepsinden daha ağır olanı Türkiye’nin Türkmenlere sırtını dönmüş olması. (...)Türk olmak bu coğrafyalarda Kasım 1918’den bu yana çok zor. Geri çekilen Türk ordusuna bir Türkmen şöyle sesleniyordu: Gedirsin meni apar/Yoksa kıyamet kopar/Ardınca gözüm yaşlı/Ögünce seller kopar.”
Türkmen olmanın bu coğrafyalarda ne kadar zor olduğunu en iyi anlatanlardan birisidir Ekrem Tuzcu. Dedesi marangoz, babası ise Osmanlı ordusunda askermiş. Babasından, bizzat katıldığı savaş hatıralarını bilhassa Çanakkale Savaşını ve orada Türk Milleti'nin kahramanlığını dinleyerek büyümüş. Türk marşlarını ezberlemiş. Böylece kendi tabiriyle "Türkçü"olmuş.
49 yılında babasını kaybettikten sonra dedesinden öğrendiği sanat ile tahta oymalar yaparak hayatını kazanmış. Henüz lise ikinci sınıftayken okul müsameresinde okuduğu kendi yazdığı
“Kemal derdi,/Bende var Kemal derdi,/İstiklal bir gül idi,/Onu da Kemal derdi” hoyratını okuyunca okuldan uzaklaştırılmış.
Ekrem Tuzcu; Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Yahya Kemal, Namık Kemal’i okudukça daha güçlenerek şiirlerine devam etmiş. Türkçe üzerindeki baskılara şöyle cevap veriyor
“Dilim dilim,/Kes kavun dilim,/Men bu dilden vazgeçemem,/ Olsam da dilim dilim.
Kan araya,/Kan akıp, kan araya,/Ben bu dilden vazgeçmem,/ Asılsam kanaraya.
Yar adı,/Çok şirindi yar adı./Türkmen bir parça kandı,/Kannan tarih yaradı."
O yazdıkça baskılar artıyor. On bir defa hapse atılıyor. Yukarıdaki sitem dolu şiiri o yıllara aittir. Hapishaneyle bu ilk tanışıklığına vesile olan hadiseyse düğünlerde Türkçe hoyratlar okumasıdır. Ağır işkenceler görüyor. Tırnakları çekiliyor ve demir çubuklarla dövülüyor. Askıya bağlanarak -ki bunu 12 Eylül müteahhitleri fikri yüzünden hapsettikleri gençlere de uygulamıştır.- yukarı kaldırılarak beline et parçası bağlanıyor ve aç köpekler bu ete saldırtılıyor. Böylece her seferinde köpekler ondan da bir parça koparıyorlar. O şöyle cevap veriyor:
“Bu elma dört olaydı./Karnıma dert olaydı./Boynumu vuran cellat,/Keşke bir mert olaydı.”
Al turnayı,/Al turnayı, sal dama,/Anam Türk Babam Türk,/Bel bağlamam Saddam’a”.
Zalim kana doyar mı? Ailesi de ceza ve işkenceden nasibini alıyor. Öyle ki doğum yapmak üzere olan karısı Süheyla Hanım, yanında 8 yaşındaki Şahin, 7 yaşındaki Erkan, 5 yaşındaki Zeynep ve dört yaşındaki Yasin ile birlikte zindana atılıyor. Kadıncağız, kolları zincirliyken doğum yapıyor. Lütfen getirin gözlerinizin önüne. Bir an koyun kendinizi Süheyla Hanım'ın ve Ekrem Tuzcu'nun yerine. Sonra da düşünün, suçu ne? Buyrun cevap verelim. “Türk olmak, Türk'üm demek.”
Titremeliyiz yahu! Ne idüğü belirsizleri vatanıma dolduranların Türkmen kardeşlerimi umursamayışları karşısında kalp durur, kan donar. Titremeliyiz vallahi:
Ekrem Tuzcu, en son 1989’da hapishaneye giriyor. Bağdat'ta hurma çekirdeğine bakın ne yazıyor.
“Ceyranım gezirem çayır çimen, Avçıdır ayırdı balamdan meni,
Baş kesip nere gedim avçı elinden, Kestiler balamdan sütü memeni”.
2014’te Sayın Özdağ, yazısını "1962’de bunu yazan Ekrem Tuzcu bugün ne yazardı bilmiyorum." diye tamamlarken ekliyor "Ancak ben de Ankara’ya bakınca, Bilmiyorum ne beklersin her dem ona şaşıram." şeklinde bitiriyor.
Bütün şaşırmışlıkları sergiliyor Ankara. Ankara, tuhaf. Ankara'nın aklı, fikri, imanı karışık. Sanki her telden oynuyor da bir tek Türk sazına oynamıyor, gibi geliyor bana.
Bütün bunlara rağmen ümit varım. Türk feraseti, gereğini yapacaktır. Geç yapar ama güç yapmaz inşallah.
Emine Özgenç