Ne zaman benliğimi kahreden düşünceler bir de kedere bulansa ve ben çıkış yolu arasam, iki Başbuğ’umdan birine müracaat ederim. Bugün, Cumhuriyetimizin ikinci Başbuğ’una sığındım. Önce dua sonra halimizi arz ettim. Sade bir sükûna bürünmüş kabrinden seslendi desem inanmayan çıkacaktır.
Materyalist felsefe çoğumuzu ele geçireli beri manayı öteleyenler, duyu organlarıyla hissedilmeyen her şeyin gerçekliğini tartışır, oldu. İşin tuhafı maneviyatının güçlülüğünü iddia edenler de söylemlerine zıt davranışlarıyla onların sayısını çoğalttı. Zaten sözümün muhatabı değiller. Elbette ki fiziki bir seslenişten de söz etmiyorum. Ruhların hemhal oluşunu, hâl diliyle anlaşmayı ancak bizim penceremizden dünyaya bakabilenler anlayacaktır.
Milletçe yaşadığımız bu hazin felaketin sebep ve sonuçlarını Başbuğ’a sorduğumda aldığım cevabı yazacak gücü ancak bulabildim. İki gündür ağlıyor ve kendim başta olmak üzere herkesi sorguluyorum. Başbuğ’un hâl ehli olanların gizli lisanı ile verdiği cevabının kütüphanemdeki kaynağına gitmeden önce İstiklal Şairimiz Mehmet Akif’in milli marşımızdaki o mısraı çınladı kulaklarımda. “Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.”
Öğretmenliğimin her yeni eğitim yılında uzun uzadıya açıklardım İstiklal Marşını. Kanımca bu marşı özümsemeyenin iyi bir Türk evladı olmak için atacağı adımlar sakat olacaktı. Bu mısraa gelince özellikle, “Çocuklar okurken “verme” kelimesinden sonra yarım nefes durunuz. Sonra devam ediniz.” diye ikaz ederdim. “Hocam bazı kitaplarda marşımızın o kelimesinden sonra virgül konmamış. O zaman da duracak mıyız?” diye soran çocuk baş tacım olurdu. “O virgül yazılırken konmuş olsa da olmasa da orada durun çocuklar. Eğer, bunu unutur da virgülü dünyaları kelimesinden sonra koyarsanız anlam ne oluyor, birlikte bakalım mı?” diye devam ederdim dersime.
Görüyorum ki virgülü “dünyaları” kelimesinden sonraya koyanlar ve mısraı öyle anlayanlar çoğalmış. Üstelik bu yanlış anlayışın sahipleri en mühim karar mercilerine baş olmuşlar.
Kötü iki haberim var. Altın ve para yenmiyor. Toprak, ihaneti affetmiyor.
Kırklı yılların başındaki kıtlık günlerinde yaşanan, annemin anlattığı o hatıra aklımdan çıkmaz. Dedem, dokuz evladının açlıktan kıvranışına dayanamaz ve heybe sırtta köy köy dolaşır. Usta olduğu için parası çoktur ancak bir avuç yiyecek bulamaz. Evde umutla, yiyecek getirecek baba yolu gözleyen çocuklarının önüne cebindeki para ve altınları çıkartıp atarken hıçkırarak şu hazin cümleleri söyler. “Evlatlarım sabahtan beri dolaşıyorum. Gitmediğim kapı kalmadı. Bir avuç mısır bile bulamadım. Param yok sanmayın. İşte paralarım alın bunu yiyin, ne yapayım.”
Belki siz görmezsiniz ama vatan toprağını türlü şekilde böyle peşkeş çekmeye devam ederseniz, dünyalık bırakacağınız torunlarınızın benzer durumu yaşaması hiç de kurgu değil.
Kaybedilen canlara ayrıca ve derinden üzülüyorum. Her birinin ocağına düşmüş ateşin kara dumanı bağrımdan tütüyor. Hepsinin hikâyesi ayrı dağlıyor kalbimi. Binlerce yıl öncesinden beri atalarımızın ve kaybolan kardeşlerimizin bu topraklar için döktüğü tere, kana, verdiği cana özümden yanıyorum. Vatan toprağının dünyalık uğruna peşkeş çekilmesine ise kahroluyorum.
Başbuğ’un kurmayı hayal etiği sistemi ayrıntısıyla yazdığı Dokuz Işık Düzeni’yle ilgili birçok kitap yazdığı malumunuzdur. Vatan toprağımızın altında ve üstündeki zenginliğinin değerlendirilmesi konusuna Başbuğ’un verdiği cevabı hatırlamak için onlardan birine başvurdum. Elimdeki kitap, Alparslan Türkeş’in Toplumculuk adlı kitabı. 1998 basımı. Daha önce hatmettiğim kitabın neresinde hangi konu var hemen hatırladım. Ellerim aceleyle o sayfayı buldu.
Mehmet Ercişli’nin ilgili sorusunu cevaplayan Başbuğ konu hakkında aynen şunları aktarıyor: “Efendim yeraltı servetlerimiz ve en önemlisi madenlerimiz, Milli Sanayii, Milli Savunma ve enerji politikasının esaslı unsurunu teşkil etmektedir. Bu sebeple bunları israftan, yabancı işletmelerden, yeraltında gömülü olarak yatan ölü servet durumundan kurtarmak zorundayız. Kapitalist ekonomi ve özel sektör kâr amacı güder. Az kâr elde edeceği veya masraflı ve zahmetli madenleri işletmek istemez. İşlettiği madenlerde de maden cevherinin en kolay ve verimli kısmını çıkarır. Diğer kısımlarını kapatır. İç ve dış özel şirketler madenlerimizin kaymağını alıp yerine boş çukurlar bırakırlar. Tarih önünde bizden sonra gelecek nesillere nasıl cevap verilecektir?”
Ben soruyu yinelemek istiyorum. “Sahi nasıl cevap vereceğiz.” Bilmiyorduk mu, diyeceğiz? Görmedik mi, diyeceğiz? Fark etmedik mi, diyeceğiz? Memleket altıyla üstüyle soyuluyor diye bangır bangır haykıranları duymadık mı, diyeceğiz? Aldırmadık mı, diyeceğiz? Yoksa sen yazdın ama biz senin bir fikir adamı olduğunu unuttuk mu, diyeceğiz. Önümüzü aydınlatacak fikirlerini dünya anladı ve hatta telaşlanarak seksen darbesiyle anlayanların önünü kestiği halde biz anlamadık mı, diyeceğiz? Bu aymazlığımızı nasıl ifade edeceğiz?
Şirketler cevherini aldığı toprağın çukurunu boş bırakmakla kalmadı, zehir dağları oluşturup sonra masraf edip çukura doldurmamak için vadiye salmanın kolayını buldu. Toprağımızın ve kardeşlerimizin canını aldı.
Sesleniyor şair İstiklal Marşımızda. “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı!”
Devletimin toprağının her zerresi, önemli veya önemsiz her minerali devletimize aittir. Onların tamamında milletimin geçmiş ve geleceğiyle hakkı vardır. Devlet, bu kıymeti ister yerli ister yabancı hiç kimseye devredemez. Hepsinde beşikteki yavrudan mezardaki yatana kadar kul hakkı vardır. Eğer inandığımız dinin gerekleri açısından bakarsak da bu böyledir. Toprağımızın altındaki her türlü cevherden üstündeki her nimete kadar devletimiz; milletimiz için, yine milletimizin hak ve menfaatini gözeterek, yararlanmak zorundadır. Evet! Madenler, mineraller, ormanlar, denizler, sahiller, yeraltı ve yerüstü suları vs. hepsi Türk Milleti’nindir. Halkın malıdır. Erk sahipleri bu minval üzere karar vermek ve milli varlıklarımızı koruyarak halkın faydasına kararlar almak zorundadır. Hiçbir şirkete hele de yabancı şirkete karşılığı her ne olursa olsun devredilemez. Devredenler tarih ve Allah önünde hesap vermek zorundadır. Bu talanın benzerlerini geçmişte yapanlar ve bugünkü müsebbipleri vebal altındadır. İmanım ve aklım diyor ki “Kazandıkları da haramdır.”
Daha nasıl anlatsaydı Başbuğ? Ya biz ne cevap vereceğiz? Bakın halimize. Dokuz canımız gitti. Kan dökerek vatan yapılan toprağımızı cevherini alıp zehirlesinler diye kanımızı dökenlere armağan ettik. Yeraltı, yerüstü zenginliklerimizi şahsi dünyalıklarımız için göz göre göre sattık veya satılmasına göz yumduk mu, diyeceğiz. Utanmayacak mıyız?
Şirket alacağını aldı. Kanla kazanılmış bereketli toprağımızı cürufa döndürüp zehir dağlarına dönüştürdü. Üstelik o cürufu açtığı çukurlara doldurup gitme sorumluluğundan da kurtuldu. Zehir dağını senin vadine serdi. İçme suyuna ve torağına saldı. Gitti. Bak ortada yoklar.
Bir devletin yeraltı zenginliği sadece o devletin malıdır. Evet, inancımıza göre mülk Allah’ındır. Bunda şüphe yok ama Allah’ın bize şehit kanlarının kazanımı olarak emanet ettiği mülkü koruyamadık. Üstüne üstlük zehre ve ölüm çarkına çevrilmesine göz yumduk.
Kitabın 182. Sayfasına takılıyor gözüm. Şöyle diyor Başbuğ: “Dokuz Işık Düzeninde ekonomimiz üç sektöre bölünecektir. Birinci ve ana sektör devlet sektörüdür. Devlet sektörü, altyapı yatırımlarını “ yol, su, elektrik, baraj, liman, kanal vs. ”Harp sanayi yatırımlarını ve maden işletmeciliğini yapacaktır. Devletin faaliyetlerde bulunduğu bu sahalarda devlet sektöründen başka hiç kimse faaliyette bulunmayacaktır.”
İşte size kaide. İşte size yol yöntem.
Ve 177. Sayfada gür sesiyle haykırıyor. “Unutmayalım ki, kalkınma milli fedakârlık ister. Bizi sömüren milletler kalkınmamızı istemezler. Şu halde kendi kaynak ve imkânlarımıza dönmek zorundayız.”
Başbuğ’dan aldığım cevapla sesleniyorum. Vatan toprağının her zerresi Türk Milletinindir. Bütün zenginlik ve madenlerini milletimin yararına kullanma ve işletme hakkı sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nindir. Ne yerli ne de yabancı şirketlere, değil yüzde beşlik paylarla yüzde doksan dokuz onda dokuz payla bile devredilemez. Vatan toprağı verilemez. Velev ki dünyaları alsanız bile.
“Ey Türk! Titre ve kendine dön!”
Değerli hocam, anlayana adeta damardan giren bir değerlendirme, yüreğinize kaleminize sağlık.