Hiç tereddüt etmeden söylüyorum: Temelini, "yalan"ın teşkil ettiği yeni bir "kültür buhranı" yaşıyoruz. Üzereyiz, yaşayabiliriz falan değil; fiilen yaşıyoruz. Bâzen yaşadıklarımızın farkında olamıyoruz ya, bu da, o cinsten!.
Hani, Hayalî'nin: " Cihân ârâ cihân içindedür arayı bilmezler/ O mâhîler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler" dediği gibi; yaşadığımız mekânın şartlarını, değerlerini... ölçemiyoruz; bir hengâme içinde boğuluyoruz!
Çok sayıda 'kültür' târifi olmasına rağmen, ben, bilhassa, Pof. Dr. Mümtaz Turhan Hoca'nın târifine çok önem veriyorum." Kültür Değişmeleri "adını taşıyan çok kıymetli eserinde bunu şöyle sunar:
" Kültür; bir cemiyetin sahip olduğu maddî ve mânevî kıymetlerden teşekkül eden öyle bir bütündür ki, cemiyet içinde mevcut her nevi bilgiyi, alâkaları, itiyatları, kıymet ölçülerini, umumî atitüt, görüş ve zihniyet ile her nevi davranış şekillerini içine alır. Bütün bunlar birlikte, o cemiyet mensuplarının ekserisinde müşterek olan ve onu diğer cemiyetlerden ayırt eden hususî bir hayat tarzı temin eder. "
Bulunduğunuz şehrin, hangi sokağında bulunursanız bulununuz, gözlerinizi iyiden iyiye silip etrafınıza bakınız. Bakmanın da yeterli olabileceğini düşünmüyorum. Bir daha, bir daha silip çevrenizi temâşâ ediniz.
Hiçbir şey "fark" etmiyorsanız, işte tam da o durumdasınız. Çünkü; artık "fark etmek" bu noktada tükenmiştir. Meselâ; kulağınıza gelen galîz sözler, size bir şeyler anlatmıyor, sizde bir nefret hissi uyandırmıyor mu? Çocukların ağzından, aklı başında görünümlü sakallı adamların dilinden hattâ kadınların dudakları arasından çıkan o sözlere hiç mi şâhit olmadınız? İnanın ki, o zaman, siz, o şehirde yaşamıyorsunuz, demektir!
'Kimyâ'sı bir başka ifadeyle kültür' maya'sı bozulmuş bir cemiyetteki fertlerin artık 'müşterek' unsur olarak bâzı kavramlara "alışmaya" başladığının tescilidir bu!
Kültür; Prof. Dr. Mümtaz Turhan Hoca'nın ifadesiyle, temel ve yaygın târif olarak,'müşterek' alışkanlıkları gerektiriyor. Öyleyse; o târifte geçen , " maddî ve mânevî kıymetlerden teşekkül eden bütün..." nerede kaldı / nereye uçtu?
Bu bozulma; sözle / kelimeyle başlar. Küfürler, kaba şakalarla sürdürülür. Yaygınlaşarak, aşağıdan yukarıya ve yukardan da aşağıya doğru merhale merhale yürüyerek kucaklaşır. Bir de bakarsınız ki, bir sokak serserisinin söylediği söz, bir müdürün, şefin, millet temsilcisinin ağzındadır. Artık; " O,onu söylüyorsa, doğrudur!" mantığı öne çıkar ve fecaat başlar! Zâten başladı...Hem de çoktandır!
Basit bir "sokak ağzı" değil, bu! Bizde sokak ağzı, İstanbul külhanbeyisinin ağzıdır. Küfürlü değildir. Dobradır, oturaklıdır, dürüsttür!
Bir de İstanbul beyefendisinin ağzı vardır ki, ondan da " bal" damlar!
Sözünü ettiğim bu kelimeler, ekseriyâ, normal sözlüklerin dışındadır. Artık, kız-erkek fark etmez hâle dönüşmektedir. Artık; genç-ihtiyar fark etmez, durumdadır.
"Kültür" mes'elesinde, "benzeşme" çok mühimdir. "Benzeşme" , zaman içinde, sözden çıkarak kendine yeni bir yol aramaya başlar. Elbette ki, aramakla kalmaz, bulur da!
Yâni, peşinden tavırlar sökün eder. Hırpanî kıyafetler, zâten okullarda uygulanan kılık-kıyafetle kapı aralamış vaziyette. Gençliğin arasına bir giriniz hele. Bakın ki, ne sözler ve ne garip hâl ve gidişler var?
Kültür buhranının, kendini, önce, söz'de gösterdiğini belirttik. Söz; şiiri, hikâyeyi, romanı, tiyatroyu, mûsıkîyi...tesir altına alır. Benzeşmeler; kimyâ bozulmasının yayılmasını sağlar. Bir gün gelir ki herkes, birbirinde aynı şeyi görmeye başlar. Her şey, çok normal gözükür. Aslında, her şey, allak-bullak olmuştur. Beş-altı sene önceki (A)ya, bugün (B) olduğu hâlde, yine 'kültür' denmektedir, o kadar!
Meselâ; bunca gasp, cinâyet, hırsızlık, soygun, adam kaçırma, kadın cinâyetleri , rüşvet iddiaları, hırsızlık, dolandırıcılık...Çocuğunu öldüren anneler; annesini katleden çocuklar; ninesini-dedesini boğazlayan torunlar...Bütün bunlar; âdeta, ekseriyetin kanıksadığı, tabiî gördüğü hâdiseler zümresinden olmuştur!..Yanlış mı söylüyorum?
Kimin umurunda (mı) ! Siz söyleyiniz, bunlar neyin nesidir?
Biri çıkıp da, Nasreddin Hoca'mız gibi: " Hırsızın hiç mi suçu yok!" diye de haykırmıyor.
Kanunlar...Yasalar...dediğinizi duyar gibiyim! Peki; "Anayasa değişsin!" diye Türkiye'nin girdiği onca masraftan sonra, hâlâ mı kanun diyorsunuz? İleri demokrasi Anayasası olarak kabul edilen hükümler,kaatillere, vurgunculara, cânilere, hâinlere mi hürriyet sağladı yoksa, mazlûma mı? Ne dersiniz? Kâğıttaki hükümlerin, gönüllere ve zihinlere nakşedilememesinin acılarını çok daha fazlasıyla çekeceğiz! Evet, çekeceğiz! Çünkü; mes'elenin temelinde "samimiyet" yok.
Bir misâl sunuyorum: Samsun Büyük Câmii'nin kapısının önünde durup, câmi cemaatinden, içeri girip çıkan birkaç kişiye sordum:
- Hacı amca/Bey amca/ Azîz Kardeşim/Beyefendi...Bu câminin kapısı ahşap değil miydi? Benim mi yanlışım var?
İnanınız ki, ben, sanki, taşa soru sordum. Sanki, büyük bir günah işledim. Kafasını çeviren yürüyüp gitti. Bu târihî câminin kapısı 'alüminyum doğrama' olmuş veya olmamış hiç mi hiç kimsenin umurunda değil! Hakkında, iki defa yazdım. Hiçbir salâhiyetliden de cevap alamadım! Bana vahlanmak mı düşer? Yaşasın cinnet!!! Demek mi?
Bir Selçuklu şehrinin köşe-bucağını onlarca 'Amisos' ve 'Amazon' doldurmuşsa, bu durum, millî kültürün şahlandığı anlamına mı gelir? Ne dersiniz?
Ve meselâ; Samsun Hançerli Câmii'nde, Hasan Umur Hoca, Millî Mücâdele yıllarında va'zlar vermiş. Kapısında ise, hâlâ 1943 yazıyor. Bunun tashihi bir kültür işi değil mi? Duyan, gören, konuşan kimse yok mu etrafta?
Alp-Arslanlar'ın, Fâtih Sultan Mehmetler'in, Gök-Sultanlar'ın, Mustafa Kemaller'in...Hazret-İ Mevlânalar'ın, Yûnus Emreler'in Hacı Bektaş-i Velîler'in...Nene Hatunlar'ın, Şerife Bacılar'ın...ayak izlerinin bulunduğu, nefes alıp verdiği mekânları hiçbir endişe taşımadan donatan yabancı kelimelerin beyinleri nasıl alt-üst edip zonklantığının da mı şuûruna eremedik?
Şehirlerimizde, kasabalarımızda ve köylerimizde, câmilerimizin arka safında sıralanan oturakların, namazını erken bitirip çıkmak isteyen cemaat için ne kadar büyük bir 'tehlike' olduğu hâlâ idrâk edilmiş değildir.
Kâinatın Efendisi, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyuruyorlar: " Namaz kılanın önünden geçen kimse ne kadar günah işlediğini bilmiş olsaydı, kırk şu kadar zaman yerinde durması onun için daha hayırlı olurdu."
Bu hadîs-i şerîfin râvîsi der ki: " Kırk gün mü, kırk ay mı, kırk yıl mı dedi, bilemiyorum."
Peki; bunca Müslüman'ı vebal altında bırakacak bu durumdan, salâhiyetlilerin niçin kılı kıpırdamıyor?
Ağaç kesmenin veya budamanın da bir usûlü, bir estetiği vardır, olmalıdır, değil mi? Bâzı resmî veya hususî kuruluşların ve hattâ câmilerin avlularında budanan(!) ağaçların hâllerini gör(me)mek lâzım!
Yaşı yetmişi geçenler bilirler. O zamanlar, ortaokula başlayınca, dayatmayla mecbûrî olarak 'herkese' F(ı)ransızca okutulurdu. Dağ başındaki yırtık pantalonlu, lâstik ayakkabılı çocuk, henüz anadili güzel Türkçe'sinden lezzet alamadan F(ı)ransızca derdine düşerdi. Ve dağ-tepe F(ı)ransızca'nın güzelliği ve fazîletiyle inletilirdi!..
Zaman değişti; fakat 'usûl' değişmedi. 'Kültür'ün içindeki F(ı)ransızca yerine, bu defa ilkokul dördüncü sınıftan îtibâren bir başka mecbûrî lisan dayatıldı. Onun adı ise;' İngilizce' oldu. Şimdilerde, yeni bir sistemle, bu İngilizce -belki doğrusu , Amerikanca- ilkokul dördüncü sınıftan ilkokul ikinci sınıfa indirildi. Büyük gelişme mi, büyük değişme mi? Bilemem!
Yâni; her Türk çocuğunun anadili olan Türkçe'den sonra ikinci lisanı olacaktır. Bu lisan da sâdece 'İngilizce' olacaktır. Bu durum,-evvelce de yazdım- ancak, sömürgelerde olabilir.
Çocuklarınıza, anadilini yeterince öğretemediğiniz ve anadili şuûru veremediğiniz bir maarif sisteminde, her çocuğa-istisnâsız- İngilizce okutmanın başka mânâsı olabilir mi?
Tabiî ki, Millî Eğitim Bakanlığı'nın sayın yetkililerine, bir başka sorumuz da olacak: Peki, bu zorla okutulan İngilizce'den yüzde kaç başarı elde ediyorsunuz? Harcanan zamana, hebâ edilen emeğe ve yapılan masrafa yazık değil mi?
Ammâ; şu cevaba da şaşırmam:" F(ı)ransızca'yı mecbûrî olarak okutan sistem ne elde ettiler ki, biz de elde edeceğiz? "
Alkol kullanımında niçin en başlarda olduğumuzu söyleyebilecek ve okuma oranımızın dünyanın en gerilerinde bulunduğunu 'açıklayabilecek', bir İç İşleri, bir Millî Eğitim, bir Kültür veya bir Aile Ve Sosyal Politikalar Bakanı var mı?
Bu millet, eskiden, kadınlarını-kızlarını düşmanlardan korumak için kendini siper ederdi, şimdi ise, kadınlarını-kızlarını, ayrıldıkları kocaları ile, gaspçı sokak serserilerinden koruyamıyor!
Bilinmelidir ki; nemelâzımcılık, vurdumduymazlık, bananecilik, enâniyet, pısırıklık, uyuşukluk, fikirsizlik, çekememezlik, haset...bu yeni kültürün emâreleridir.
Rüşvetin târifi değişti; soygunun, eşkıyâlığın târifi değişti, hırsızlığın târifi değişti. Hele de "yalan" âdeta meşrû bir müdafaa vasıtası hâline gelmişse, elbette ki, bunların 'zıt'larının da târifleri değişmiş olur. Ne yazık ki, doğruluğun, dürüstlüğün, nezâketin, gayretin, sevginin, aşkın, muhabbetin... târifleri bilinen mânâlarının hâricine taşındı.
Doğruya, doğru; güzele, güzel; iyiye, iyi derken etrafınıza bakıyorsunuz.
Peki; " kültür"ün târifi değişti mi? Hayır! Sâdece, içi boşaltıldı ve yerine başka şeyler yerleştirildi, o kadar!
Şâyet, bizim; Prof. Dr.Mümtaz Turhan Hoca'nın sözünü ettiği ,"diğer cemiyetlerden ayırt eden hususî hayat tarzı"mızda hoşgörü, nezâket, tevâzû, sevgi, dürüstlük, düşküne yardım, insana hürmet, merhamet ve şefkat hisleri ...gibi söz ve tavırlar esas olmayacaksa, kültür değerlerimizin korunduğundan kim söz edebilir?
Halbuki, F(ı)ransız romancısı Claude Farrere (1876-1957), seneler önce yazdığı "Türkler'in Mânevî Gücü" adlı eserinde, Türk'ü şöyle târif eder: " Türk, namusludur, vefâkârdır, dürüsttür; katı bir görünüşü vardır belki. Ama zayıflara ve iyilere karşı inanılmayacak kadar yumuşaktır.
İstanbul'un Türk mahallelerinde ne ağlayan bir kadın sesi duyulur, ne de ağlayan bir çocuk vardır. Hattâ ve hattâ ürkek bir hayvan bile göremezsiniz. Türk kedileri insandan kaçmaz. Çünkü onlar hiçbir zaman hayvanlara kötü muamele etmezler."
Türk budur!..
Sözlerimi; Hazret-i Ömer (r.a)'den bir hâdise ile bitirmek istiyorum:
Hazret-i Ali Efendimiz anlatıyor:
"Bir gün, Hz. Ömer'i, telâşlı bir vaziyette hızlı hızlı giderken gördüm.
"-Ya emire'l-müminin, nereye gidiyorsun?" diye sordum.
"-Devlete âit develerden biri kaçmış. Onu aramaya gidiyorum!" dedi.
O zaman, ben: " İnan ki, senden sonra bu milleti idâre edecek olanlara ağır bir yük bırakıyorsun. Herkes, senin yaptığını yapamaz!" dedim.
Bu sözlerim üzerine Hz. Ömer şunları söyledi:
"- Hazret-i Muhammed (s.a.v.) Efendimizi, hak Peygamber olarak gönderen Allah (c.c.)'a yemin ederim ki, Fırat kenarında bir oğlak kaybolsa ( yâhut bir kurt bir koyunu kapsa), korkarım ki, kıyamet gününde, onun hesabı bile Ömer'den sorulur!"
Bir kâse çorbayla doyan ile, milleti soyan, aynı muameleye muhatap oluyorsa, 'buhran'ın derecesinin çok iyi 'sosyolojik tahlili' gerekir. Üniversitelerimiz- iç çekişmelerinden vakit bulabilirlerse-hemen faaliyete geçmelidirler
Teklif benden!..