Sosyoloji; cemiyetin her tabakasından - sınıfından- zümresinden-partisinden- fırkasından - ocağından - derneğinden kişilerin, her türlü söz ve tavırlarını inceleyen, muhakkaktır ki, diğer ilimlerle de irtibatlı olan bir ilimdir.
İçi boşaltılan kavramlar/mefhumlar hattâ kelimeler/ibâreler/tâbirler/terkipler veya terimleri, zamana göre ele aldığımız ve kişi ve cemiyetlere tatbik ettiğimiz de görürüz ki, umûmî mânalarıyla, bugünkiyle uyuşmamakta, örtüşmemekte, birbirinden farklı mecralarda bulunmaktadırlar.
Kültür kelimesi bunlarda biridir. Bu sebepledir ki, kültürün onlarca târif vardır. Bugün; kültürle medeniyet birbirine karışmıştır. Gerçi, bu iki kelime, dünlerde de karışıktı. Ancak, zıdlarıyla düşünülünce, kültürsüz ile, medeniyetsiz’in mânası arasında uçurumlar vardır.
Kültürsüz; câhildir; kaba-sabadır. Görgüsüz biridir. Medeniyetsiz; medenî imkânlara ulaşamamış; telefon, bilgisayar gibi bâzı teknolojik âletlere/vasıtalara sahip olamamış, onlardan anlamaz biridir.
Meselâ; günümüzde, milliyetçi-lik, Müslüman-lık ve demokrat-lık kelimeleri de, bu içi boşaltılmış kelimelerdendir. Asıllarından söz etmiyorum: Bugün, bunlara yüklenen mânalar ile, değer ve tatbikatlar bakımından söylüyorum.
Her şey, elbette hayâl ile, başlar…Esasta; bu hayâlin tatbiki için, düşünmek,‘meşrû gayret’ ve ‘icrâ’ gerekir!..
Ekseriyette, ‘hayâlî bir vatanseverlik mevcuttur da, iş, diğer sıralamalar gelince çapraşıklaşmaktadır.
Yâni; kavramların yerini sahteleri, kalpları almıştır.
Bir defa; bizim milliyetçiliğimiz ve demokratlığımız, asla (Avrupâî) değildir. Türk’e mahsustur!..
Bir defa; ‘Türk’e mahsusluk’ta anlaşmalı, mutabık olmalıyız!..Bu ‘mahsusluk’, çok, hem de çok geniş bir ‘millî kültür dâiresi’ni içine alır…Dünyânın, hemen hemen bütün mekânlarında, bu, böyledir!
Müslümanlığımız da, asla (Arabî) veya bir başkası’nın mahsusluğunda değil, yine tamamen Türk’e mahsustur!..
Umûmî tariflere elbette riâyet edecek ve hürmet duyacağız. Söylemek istediğim şudur ki, sosyologlarımızın bize verdiği bu târif, tasvir ve tavsiflere baktığımız zaman, “milliyetçilik”, “Müslümanlık, “demokratlık” veya “medenîliğin” yaşanan hâlleri, asla tarifleriyle uyuşmamaktadır.
Diskoya, bara giden biri medenî olabiliyor. Böyle biri, çok Müslüman, milliyetçi veya demokrat fikirli veya tavırlı birinin yakınında bulunuyorsa, bu zümrelerin herhangi biriyle işbirliği/gönülbirliği/fikirbirliği/parti birliği yapıyorsa, onlar için bu “medenilik” oldukça da câzib olabiliyor.
Başörtülü biri, bir sosyal demokrat câmiaya girince, ilerici Müslüman; hatta, başörtülü fakat pantolonlu olunca da daha makbul olabiliyor.
Tabiî ki, tersi de mümkün ve yaşanıp/görülüyor. Müslüman bir câmiada meselâ bir siyâsî partide, bir başörtüsüz ve pantolonlu bir hanımefendi, baştâcı edilebiliyor.
Şüphesiz ki; ‘aynı diskocu veya barcı”nın bir başkasının yanında bulunmasıyla, kendisinin yanında bulunması arasında büyük farklar bulunuyor.
Bir takım bölücü veya terörist faaliyetlere katılmış biri, biraz mülâyimlik gösterip, mâsûmâne hâllere girip/bürünüp, birilerinin himâyesinde, basbayağı ‘popüler’ bir demokrat olabiliyor.
Dînî ve millî tâbirlerin de bunda çok önemi vardır. Ömrü boyunca, milliyetçiliğe karşı çıkan biri, ortalığa çıkıp birdenbire bir ‘Bozkurt işâreti’ yapınca, buna, asla ‘sahtekâr’ gözüyle bakılmıyor, bu ‘sembolün” târihî vasfı ve önemi üzerinde hiç durulmadan, günlük/gelip geçici/menfaate dayalı bir tavrı, birileri tarafından alkışlanabiliyor.
Rabia işâretinin kök mânası üzerinde hiç mi hiç düşünülmeden, bunu yapanların siyâsî hüviyetlerinin kazandırdığı itibar üzerinden, ona takdir yüklenebiliyor.
Hâlbuki, “Bozkurt “ gibi, bir sembol, bir millete mensupluğun işâreti ise, o memlekette-hatta dışında yaşayan- bütün Türkler’in de müşterek işâreti ise, onun, başkalarıyla mukayeseye tâbi tutulması tabiî karşılanabilir mi?
Zîra; gerek milliyetçiliğin, gerek Müslümanlığın ve gerekse demokratlığın kimsenin himâyesinde veya inhisarında bulunmadıkları da bilinmelidir.
Milliyetçi adam, karşısındaki samimî olarak milliyetçiyim diyorsa; Müslüman adam, karşısındaki, samimî olarak Müslümanım diyorsa ve demokrat adam da, karşısındaki samimî olarak demokratım diyorsa, birbirilerine saygı duymalıdırlar.
Hepsindeki esas unsur; ‘iyi insan’ olmakta, ‘doğruluk’ta birleşir.
Yukarda, sözünü ettiğim milliyetçiliğimiz; kimseninkini -yânî, Fars’ın, Rus’un, Arap’ın, Ermeni’nin, F(ı)ransız’ın…milliyetçiliğini kıskanmadan, horgörmeden, onların da, kendi milletlerini sevmelerine saygı duyan insaniyetçi bir Türk milliyetçilği’dir. Ondaki bu hâl; savaş esnâsında bile şâhitli, ispatlıdır!..
Asla ve kat’a, Avrupâî, Amerikanvarî, Çin, Rus veya başka bir kavmi taklit usûlüyle ifade bulan bir milliyetçilik değildir.
Zîra; Oğuz Han’dan Mustafa Kemal’e ulaşan millet , insan, vatan ve bayrak sevgimiz, bu milliyetçiliğin esasını teşkil etmiştir/edecektir.
Mefhûmların içinin boşaltılması, bilhassa üç unsurda öne çıkar. Biri, dil’dir. İkincisi, dîn’dir. Üçüncüsü de, millî târih şuûrudur.
Dil; sâdece ifade vasıtası değil, millî kültürün yânî menfî veya müspet bütün târihî birikimlerin/örfün/âdetin/töre’nin hattâ ‘dîn’in taşıyıcısı’dır.
Dil bozulunca, an’anedeki değişimleri anlayamaz/anlatamayız. Sosyoloji’nin ana /temel kaidelerini ifadede de zorlanırız. Dînî hükümler, alt-üst olur,istikamet değiştirir.
Tabiî ki, iki hususa daha dikkat etmek lâzımdır. Nedir onlar? Biri, tabiî hâliyle gelen ana mecrâdaki millî kültür’dür. Diğeri ise, beşerî denilen, kendi iç kanunlarımız ve tâbi olduğumuz milletlerarası hukuktur.
Ana mecrâdaki ‘millî kültür’e, an’aneler ve dîni inanışlar hâkim olur ve hepsi de lisanla ifade ve değer bulur.
Prof. Dr. Erol Güngör, “Türkler tarih sahnesine çıkış bakımından dünyanın en eski milletlerinden biridir. Dünya yüzünde Türkler kadar yayılmış, çıktığı yerden binlerce kilometre ötede vatan tutmuş bir başka millete de rastlanamaz” dedikten sonra, şöyle der:
“Türk kültürü’nün üç ana kaynağı vardır: Türklerin müşterek tarih ve dil sahibi bir kavim olarak çok eskiden beri edindikleri ve geliştirdikleri vasıflar, yâni Anadolu’ya yerleşen Türklerin kavmî hususiyetleri, ikincisi İslâm medeniyeti, üçüncüsü de Anadolu’da ve Rumeli’de geçen uzun bir tarih boyunca edindikleri bilgi ve tecrübe.” (Bknz. Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul 1995, Sf. 132)
Tabiî ki; “Bunlara bir de hudutlarımız dışındaki Batı dünyasının önceleri çok yavaş ve az, sonraları müthiş bir süratle ve muazzam miktarda giren kültür unsurlarını katmalıyız” der. (Bknz. A.,g.,e., Sf.135)
Burada, karşımıza büyük bir mesele daha çıkar: Ahlâk!..
Ahlâklı’lık veya ahlâksız’lık; dinî inanışımızı da, dilimizin yapısını da, an’anelerimizi de altüst eder.
Yânî?
Yânîsi şu ki; ilâhî kanunları, beşerî kanunlarla iptal etmeye kalkışmak, bu bozulmanın, tahribatın yânî kavramların içinin boşaltılmasının ilk ayağı/ilk basamağıdır.
Bu hususta; insanlığa rehber olacak iki âyet meâli sunuyorum.
Birincisi; Ahzâb sûresinin 70. âyetidir: “Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin” ve ikincisi ise, Hûd sûresi 112. âyeti “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” âyetidir.
“Doğru söz” ve “dosdoğru” olma hâli, yalancı, hasetçi, kindâr, riyâkâr, câni, kaatil, fırsatçı, bozguncu, bölücü, sahtekâr, tembel, uyuşuk, aşksız, merhametsiz..olmamaktır.
Kültür; bozulmaya başlayınca ‘kozmopolitleşir. Kozmopolitleşen kültür, ahlâksızlaşır.
Meselâ, bunda, zinâ baş rolü oynar!..Fâiz yolu genişletir!..Yalan, her kötülüğün başını çeker!..
Milliyetçilik; milletini/kavmini sevmektir. Kavmini/âilesini/akrabasını/komşusunu sevmeyen, insanı/ insanlığı sevemez.
Avrupâî milliyetçilikte, ırkçılık hâkimdir.
Bu Avrupâî ırkçılık kadar; “Biz, her türlü milliyetçiliği ayaklarımızın altına altına almış/ız” demek de tehlikeli’dir. Çünkü, bu, -şimdi arzedeceğimiz-, ne Peygamber Efendimizin hadîsiyle, ne Prof. Dr. Erol Güngör’ün samimî ‘kültür ve milliyetçilik’ anlayışıyla ve ne de Necip Fâzıl’ın geniş idrâkli “cihan ölçüsünde milliyetçilik”ğiyle uyuşabilir.
Şanlı Peygamberimiz şöyle buyurmaktadırlar: “Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi imandandır”.
Mütefekkir şâir Necip Fâzıl Kısakürek ise, şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Ya şu boyuna Türk ruhu, Türk ruhu dediğimiz şey nedir ki?...Türk ruhu dediğimiz şey, iki vâhidin mecmuundan ibarettir: Biri, onu kendi dışında olduran, öbürü de bu olan şeyi kendi içinde renklendiren, şekillendiren, seslendiren, kokulandıran, iklimlendiren iki vâhit…Vâhitlerden ilki, Türkün duygu ve düşünce mihrakında pırıldayıcı mutlak ve müstakil iman ışığı, ikincisi de bu ışık etrafında, hususî ve mahallî bir tahassüs ve tefekkür seciyesidir.
Vâhitlerden ilki, ırk ve kavim seviyesinin üstünde, bütün insanlar çapında ve hâkim; öbürü de yalnız ırk ve kavim kadrosunda ve tâbidir.
(…) Bu ruhî kadronun ırkî plânda kendi maddesine karşı sevgisi, ancak bellibaşlı bir vâhidin doğurduğu böyle bir ruha yataklık etmekten ibaret ve yalnız bu kayd ve şartla sınırlıdır.
İşte bizim milliyetçiliğimiz; İslâma bağlı Türk ruhunun, bu mutlak kadro içinde Türk duygu ve düşünce hususiyetlerinin milliyetçiliği!..Ve işte cihan ölçüsünde milliyetçilik!..” (Bkn. Necip Fâzıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, b.d. yayınları, İstanbul 1976, Sf. 356-357)
Ve, Necip Fâzıl, aynı eserindeki Dışımızdaki İslâm başlığını taşıyan bölümde şöyle nihayetlendirir:
“Tarihî kaderi gereğince bin seneye yakın bir zaman boyu İslâmın kılıcını temsil eden Türkte her şey bozulunca ondan kopma parçalarda da bozulacağı ve herbiri maketlik bir kopyanın eseri olan Batı kölesi güdücüler elinde şimdiki hâle geleceği (sosyolojik) bir kanun icabıydı; ve hâkim millet Türkte başlayan bir bozuluşun bütün cüzülere sirâyet edeceği hikmetine en keskin misâl olmak bedâhetini canlandırıyordu.
(…) Bu hâlden alınacak ders şudur ki, böyle bir zuhur ancak Türkten beklenebilir, Türkte bozulan ancak Türkte düzelebilir, Türkte düzelince de her yerde düzelir ve her şeyi düzeltir.” (Bknz. A.,g.,e., Sf. 421)
Burada; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Paşa’nın da (henüz, Atatürk soyadını almamıştı) bir sözünü hatırlatmakta fayda vardır. Diyor ki; “Bize milliyetperver derler. Fakat biz öyle milliyetperverleriz ki, bizimle teşrik-i mesâî eden bütün milletlere hürmet ve riâyet ederiz. Onların bütün milliyetlerin icabatını tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz herhâlde hodbinane ve mağrurane bir milliyetperverlik değildir.” (1920)
Yaşadığımız zamanın medeniyetini sâdece makinede gören; onu icatta, asıl hüviyetimizi bulacağımızı sanan ve zamanı onunla ihâta etmeyi insânî üstünlük telâkki eden, niyetlerini gizli veya alenî olarak söylemekten kaçınmayan ve maksatlarını da mâneviyatla perdelemiş olan neo-kapitalistler, Türk ve İslâm olmanın hâricinde, kendilerine bir istikamet tâyinindedirler ki, bu, içi boşaltılmış millî kültürün ve milliyetçiliğin tahribinden başka bir şey olamaz!..