Tabiî ki, her san'atın ve her san'at içersinde de her san'at dalının yeri ayrıdır. Benim kastım, bütün bunlar arasındaki, birbirlerine nazaran, mevki farkıdır. Bâzılarımıza biraz iddialı gibi gelecektir ammâ, söylemek istediğim husus, san'at şûbeleri/dalları içinde, şiirin mevkisinin en üst mertebede bulunduğudur.
Yaygın tespit, kanaat ve görüşe göre, "Sanatın kaynağı duygu ve hayâldir. Fikir, ideoloji, inanç, ancak onu organize edici bir değer taşır. Tâbir câizse o, kasnak veya iskelettir. Eser ortaya çıkınca onu göremezsiniz. Buram buram siyâset kokan sanat eserleri, bundan dolayı bizde estetik bir duygu uyandırmazlar. Akıllı sanatçılar ekseriya deli görünmeyi tercih ederler. Zira delilik, akıldan daha ziyade heyecan vericidir. " (Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Nesillerin Ruhu, Hareket Yayınları, İstanbul 1970, Sf.201)
"Akıl"sız hiçbir şey olmaz. Mümkün değildir. "Akıldan ziyade..heyecan verici'liğe, âhengi de katarsak, mükemmele gidişin yolu açılmış olur.
Her san'atın başlangıç/çıkış/hareket noktası, gözlediği gaaye veya hedef "güzel" olmasına rağmen, herbirinin malzemesi ve bu malzemeyi kullanan san'atkârın gönül ve zihin/beyin kudret ve kaabiliyeti, usûl ve üslûbu farklıdır/değişiktir/ başkadır.
Her şeyden önce; mîmârînin, heykelin, mûsıkînin inşâ malzemesi ile, edebiyatın ve bilhassa şiirin malzemesi aynı değildir.
Taş/mâden/madde/boya , nota veya lisân/dil, bunların herbirinin, kendi sahaları için birer inşâ malzemesi/vasıtası olması , işin temel değer i ve hareketi bakımından "güzel"e yürünmesini değiştirmez. Temel, bunlarla eşilir/kazılır/oyulur/çizilir/yazılır, inşâ ise, hisle-hayâlle, sezgiyle, müşâhede kaabiliyetiyle ve kudretiyle 'akılla işbirliği' yaparak, idrâki hesaba katarak ve muhakemeyi tesis ederek neticeye ulaşılır.
Çünkü; san'at, her ne kadar cemiyet için icrâ edilirse de, tamamen ferdîyetçi bir çıkışla yürür/yürütülür. İşin esasında, kim ne derse desin, "ben" vardır ve bu "ben" , cemiyet adına, eserdeki asıl itici güçtür.
Edebiyat, kendi içinde tahlil edildiğinde görülür ki, bir şiiri doğurucu, inşâ edici ve geliştirici unsurlarla, bir hikâyeyi, bir romanı veya bir tiyatro eserini meydana getirici unsurların aynı olduğunu söyleyemem.
Şiir; hayâli, heyecanı, sükûneti ve belki de cinnet seviyesinde taşkınlığı, mücerreti de malzeme olarak kullandığı hâlde, öbürleri, daha çok müşâhedeci, tasvirci ve zaman zaman p(i)sikolojik tahlillerle iktifâ edici olurlar. Bu durum, ister istemez böyledir, böyle yürür.
Bu sebepledir ki, birkaç sayfalık bir hikâyeyi veya yüzlerce sayfalık bir romanı, iyi bir şâirin elinden çıkmış bir beyitle ifade etmek mümkündür.
"Ferdîyetçi" tavır, şiirde kendini çok fazla âşikâr eder. Zîrâ, kim ne derse desin, şâir mizacı, diğerlerinden daha uçuktur, daha havâîdir, daha uçarıdır, daha ihtiraslıdır ve zıtlarıyla, yerine göre daha sükûnetçidir.
Buna rağmen, edebiyâtta, değerleri , ayrı yerlere koyarsak yanılabiliriz. Herbirinin, malzemeden, görüş/seziş ve düşünüşten gelen farklılıkları vardır ve bu mânada, herbiri, bir gerçeğin/hakîkatin/realitenin/sâhi'nin meydana gelmesi için kendini gösterme gayretindedir.
Metafizik yeltenmeler de buna dâhildir. Fakat, bu da kendini daha çok şiirde gösterir. Diğerlerinde (hikâye-roman vb) âşikâr olma/kendini gösterme/alenîlik zarûreti vardır. Şiir ise, kendini kapattıkça derûnîleşir; dil/lisân, kendine yeni mekânlar buldukça sırla örülür, alıp-götürücülüğe bürünür.
Büyük hedeflerle yola çıkıp hüsrâna uğrayanları yok mudur? Vardır!..Bunlar var olduğu gibi, hiç zahmetsiz fakat bir dehânın ürünü olarak kolayca ortaya çıkan san'at eserleri de bulunmaktadır.
Eğer söz edebiyatsa; şiirin başlangıç ve bitiş'indeki edebî muhasebe/tartışma/mücâdele/ istişâre'yle, hikâye-roman/tiyatro eserininki aynı olabilir mi?
Bu noktada, kim, "duygu ve hayâl " diyorsa doğru söylemiş olur. Fakat, bu, "fikir"i/akıl'ı bir kenara koyarsa, iterse, yok sayarsa nankörlük yapmış olmaz mı?
Akıl olmadan muhakeme nasıl olabilir, şiirin mânâ ve âhenk örgüsü ne ile tesis edilerek "güzellik" hedefine ulaşılabilir?
Hikâye, roman ve tiyatro'da, eser, bir kitaptır. Halbuki, şiirde eser, sâdece bir şiirdir, bunu, asla unutmamak lâzımdır.
Buradan, bir soru sorarak yolumuza devam edebiliriz:
Mîmârî, resim ve heykel gibi şekil san'atlarında değil, şiire göre, daha p(ı)lâstik/maddî/görünür roman-hikâye/tiyatro san'atlarında, ilhâm mı daha öndedir yoksa birebir müşâhede mi?
Şu da var ki; hangi san'at türü olursa olsun ilhâmı bir yere, hayâli bir yere, fikri bir yere, müşahhas hâdiseleri, kahramanları ve mekânları ayrı ayrı yerlere koyup mütalaa etmeye kalkışırsak, ortaya eser çıkmaz. Bunu kastetmiyorum. Hiçbir eser, bunlarsız olmaz. Bunlardan birkaçı bir arada bulunmazsa, olmaz!..Bu noktada, sâdece 'birbirlerine nazaran'ı ifade ederek sözü şiire getirmek istiyorum.
Bir edebiyat akımı olarak realizm/gerçekçilik/hakîkatçilik/sâhicilik, tabiattaki hâdiseleri iyi-kötü, güzel-çirkin, yanlış-doğru bütün cepheleriyle/çıplaklığıyla, müştereklikleri ve tezatlarıyla, çekincesiz ve çekinmesiz anlatma cereyânıdır. Umûmî bakışla, bu iki mefhûmun birbirleriyle uyuşumunu tartışırsak, realizmin/gerçekçiliğin /hakîkatçiliğin /sâhiciliğin sâdece müşahhas'ta bulunmadığını da ifade etmek isterim. Yâni; görünenle, gerçek aynı değildir. Sâdece görülen, işitilen, dokunulan, hissedilen tadılan, koklanan ve sezilen mi gerçektir? Akıl ve gönül bu gerçeğin dışında mıdır?
Bâzen, akıl edilemeyen şeyler, gönülde yeşerebilir. Gönülden geçirilebilirler, gönüle düşürülebilirler fakat îzahı yapılsa bile, mes'elelere maddeci gözle bakanlar tarafından kabûl görmeyebilirler. Elbette ki, bu, onların hakları olmakla birlikte, darlıklarındandır, bizi alâkadar etmeyebilir.
Ancak; görünmez hakîkatler, bilinmelidir ki, hakîkatlerin en hakîkîsi'dir. Mevzûmuz, doğrudan, bu değil, şiirdir. Şiirde, bu hakîkî'ye yaklaşılabilindiği zaman kudret artar. Okuyanı alıp götürür, hangi derinliği tahayyül edebiliyor isek, o uçsuz bucaksız mertebelere taşır. Bâzısı da sıkboğaz edebilir. Kendinden geçirebilir veya düşüncelere daldırabilir.
Yalnız şu var ki, sözünü etmek istediğim tarzdaki realist eserler, ister romanda, ister hikâyede, ister tiyatro ve isterse de şiirde olsun, estetikten yeterince istifade edememişlerdir ve kaba târîf ve tasvirlerle, hâdiseleri nakletmişlerdir. Onlara göre, p(i)sikolojik hâller de,' yoktur değil de' sathîdir, tabiî ki, hayâller de!..Kaldı ki, mekânsızlık âlemine de asla îtibarları yoktur. Bu tarz olanlara söz anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur.
Târihî gelişim içersinde, kendinden sonra ortaya atılan natüralizm/tabiatçılık akımına nazaran, insanın maddî ve p(i)sikolojik yapısına -kısmen- hitap eden gerçekçilik ise, bir ölçüde, aynı natüralistler gibi tıpatıp tabiatçıdırlar. Yâni tabiatın kopyecileridirler. Her ne kadar, onlar, biyolojiden ve sosyoloji gibi ilim sahalarından da istifadeyi arzularlarsa da, temel değerli itibariyle, büyük çapta iç içe bulunurlar.
Hangi edebiyat mektebinin/ okulunun/akımının/cereyanının/ çığırının mensubu olursa olsun, dış yapısı, iç mîmârîsi ve mânâsı icâbı şiir, diğer türlerin hepsine göre, maddîlikten daha uzak ve âhengi de sağlaması bakımından diğerlerinden derinlemesine daha ince noktalara ulaşmak/inmek/ çıkmak ve yayılmak zorundadır. Bunları, sâdece p(ı)lâstik san'atlar için değil; p(ı)lâstikte kalan diğer edebî san'atlarla, olması gereken saf/hakîkî şiirin farkını ortaya koyabilmek için söylüyorum.
Bütün bunlara rağmen, bâzılarının iddia ettikleri gibi, hakîkî Türk şiiri, hiçbir zaman sosyal mes'eleleri ihmâl etmemiştir. Nesir edebiyatında, ekseriyâ, gerçekçilik adına yürütülen yâhut da ortaya atılan görüşlerin, kabalıktan, lâf kalabalığından ve hattâ zaman zaman kalpazanlıktan kurtuldukları safhalarını değil, normal akışları içersindeki tavırlarını, insana, ve onunla birlikte yaratılmışların hepsine nezîh bakışını, sözünü ettiğim şiirdekinin yakınından bile geçmesi mümkün değildir.
Bâzı aklı evvellerin iddia ettikleri, kendilerinden başka, sosyal mes'elelere temas etmemiş olma işi, sâdece bir kuruntudan ibârettir. Bu hususta, vereceğimiz birkaç örnek bile bunu îzaha kâfidir.
Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî'den:
"Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen;
öyle mazlûm yolda kalsa, hemdem ol sen."
(...) Sünnet imiş, kâfir de olsa, incitme sen;
Hüdâ bîzardır katı yürekli gönül incitenden."
Yûnus Emre'den:
"Beğler azdı yolından bilmez yoksul hâlinden
Çıkdı rahmet gölinden nefs göline talmışdur."
(,..) Gitdi beğler mürveti binmişler birer atı
Yidüği yoksul eti içdüği kan olısar"
(...) Düriş kazan yi yidür bir gönül ele getür
Yüz Kâbe'den yiğrekdür bir gönül ziyâreti"
Necip Fâzıl'dan:
"Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum;
Bir kuş bir kuş öldürse ben can çekişiyorum!"
Hakîkî gerçekçiliği üstün bir bediî terkip ile dile getiren Türk şiirinin üstâdlarına, hangi materyalist/marksist, ateist, kapitalist, sosyalist /komünist fikir cereyâncılarının romancıları, hikâyecileri, tiyatro yazarları ve her edebî akıma mensup şâirleri, bu mevzûda yakın olabilirler, bilmek isteriz.
Buradan, bir başka noktaya gelmek istiyorum: Şiir târîfçilerinin ve şâirlerin dilindeki şiir târîf ve tasvirlerinin şâşaasında ve şâşaasıyla değil de, Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîs-i şerîflerde, kendisine yer verilen yegâne san'at dalı, şiir'dir.
Şiir, öyle bir san'at dalıdır ki, bunca târîfine rağmen, târîf edilmezliği ve edilemezliğiyle de biricik san'at dalıdır.
"Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de "güzel söz" öğülmüş ve devamlı meyve veren bir ağaca benzetilmiştir. Yüce Kitabımız'da şöyle buyurulur: "Güzel bir söz kökü sâbit, dalları gökyüzünde olan bir ağaç gibidir. Ki,o , Rabbinin izniyle her zaman meyve verir durur." (Bkz. İbrahim Sûresi, Âyet: 25-26)
Ya çirkin ve kötü bir söz neye benzer? Yüce Kitabımız'a göre, o: "Yeryüzünden koparılmış kötü bir ağaç gibidir ve onun sebâtı yoktur" (Bknz. İbrahim Sûresi, Âyet:27). Öte yandan, unutmamak gerekir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de "Sapıklara uyan", "yalan söyleyen" ve "mübalağa yapan" şâirler ve san'atkârlar sevilmez. Bunun aksine "Allah'ı çok zikreden" ve " eserleri ile cihad eden ve zâlimlerden öc alan" şâirler ve san'atkârlar tezkiye edilir." (Bknz. Eş-Şuara Sûresi, âyet: 224-227)
Görülüyor ki, İslâm'da şiir, belli ölçüler içinde, güzel san'atlarda baş köşeyi işgal eder, diğerleri ondan kendine yer bulur. " (Bknz: S. Ahmet Arvasî, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, Türkmen Yayınevi, İstanbul, 1982, Sf. 155)
Peygamber Efendimiz de, bu âyetleri esas alarak şiir hakkında beyanlarda bulunmuşlardır:
"Şiir de söz gibidir, güzeli güzel, çirkini çirkindir" ve "Bâzen söz vardır ki, sihir sanırsınız; bâzen şiir vardır ki hikmetin tâ kendisidir" veya " Şüphesiz, şiirin bir kısmında hikmet vardır" bunlardan bâzılarıdır.
Sahih-i Buharî (Buhâri-yi Şerîf)'in 12. cildinde şöyle buyurulur:
"Şi'ir lûgat i'tibâriyle bir şeyi zekâ ve fetânetle iyice anlamak ma'nâsınadır. Ve ilimden ehastır"
(Sf. 154)
"İlim"den de üstün olan bu şiir, elbette ki, diğer bütün san'at dallarının da en üstünüdür.
Bu da şu demektir ki; bütün san'at şubeleri ve elbette ki, edebiyât içersinde, şiirin, müstesnâ bir yeri bulunmaktadır. Metafizik/mâbâdettabîa (mâbâdettabîiye) yâni, fizikötesi/tabîat sonrası -ötesi-hârici-dışı) gerçekliğe de ancak şiir kucak açabilir!..
TOŞAYAD KÜMBET DERGİSİ, SAYI: 54, TEMMUZ-ARALIK 2020, SF. 46-48