Kadın mes'elesini, insan konusunun dışında ele almak gayet yanlıştır. Bugüne kadar yapılan, tahlillerde, -müstakil olarak- "kadın hakları" tâbiri kullanılarak, onun, sanki ayrı bir varlık'mış gibi algılanmasına sebebiyet verilmektedir.
Allahü teâlâ, Zâriyât sûresinin 49. âyetinde: "Her şeyden çift (erkek ve dişi) yarattık ki, düşünüp ibret alasınız" buyurmaktadır. Yine; "Ey insanlar! Biz, sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık.(...) Allah katında en şerefliniz, en takvâlınızdır."( Hucurat, 13)
Burada; "çift" kelimesinden, insanlara, bitkilere ve hayvanlara mahsus bir durum kastedildiği gibi, birbirlerinin zıdları olan gece-gündüz, güzel-çirkin, doğru-yanlış...gibi hususlarının da düşünülmesi mümkündür.
İki cinsin, fizikî kaynaşması/buluşması/teması/birleşmesinin ardındaki sırrı, biz ne kadar bileceğiz?
Ancak, Bakara sûresinin 29. ve 30. âyetlerindeki: "Allah, yerlerde ve göklerde ne varsa hepsini insan için yaratmıştır. İnsan, yeryüzünde Allah'ın halifesidir." buyruğu, ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem aleyhisselâm ve Hava vâlidemiz nezdinde, bütün insanlık âlemi için her türlü hakkın kullanılması cihetindeki ikrâmıdır.
Çünkü; Allahü teâlânın, Kurân-ı Kerîmdeki bütün hitaplarının muhatabı "insan"dır.
Âl-i İmrân sûresinin 33. âyetinde: "Allah, Âdemoğullarını, âlemlerin üzerine mümtaz kılmıştır"
İsrâ sûresinin, 70. âyetinde : "Âdemoğulları, üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılınmıştır."
Tîn sûresinin 4. âyetinde: "İnsan, en güzel biçimde yaratılmıştır"
Âl-i İmrân sûresinin 195. âyetinde: "Ben, sizden gerek erkek ve gerek kadın, amel edenin amelini zâyi kılmam" buyurarak, Allahü teâlâ nezdinde, ve "insan" olarak, kadın ve erkek, denkliğini/âhengini beyan buyurmaktadır.
S. Ahmet Arvasî, "İnsanların Eşitliği Meselesi" başlıklı yazısında şöyle der: "Bugün, dünyamızda en çok istismar edilen konulardan biri de "eşitlik" meselesidir. Bu konuda ilim adamlarının yaptıkları araştırmalardan haberli veya habersiz birçok "demagog", akla hayale gelmez cambazlıklar yapmakta, kitleleri yanlış biçimlerde "şartlandırmaya" çalışmaktadırlar. Oysa, bu mesele de ilmî ve objektif bir kritiğe muhtaçtır.
Hemen belirtelim ki, "insan olmak haysiyeti" itibarı ile bütün insanlar, "eşit"tirler. Soyu, kültürü, cinsiyeti, yaşı, sağlığı, makam ve mevkii ne olursa olsun, "insan insandır". İnsan, "insan muamelesi" görmelidir." (Bknz: Size Sesleniyorum-1 Model Yayınları, İstanbul, 1989, Sf. 363)
Kurân-ı Kerîm'de, kız çocuklarına karşı kötü davrananlar îkaz edilmiş, zemmedilmiştir. Nahl sûresinin 58. ve 59. âyetlerinde şöyle buyurulur: "Onlardan birisi kız çocuklarıyla müjdelendiği zaman öfkeli olarak, yüzü siyahlaşıp gölgelenir. Kendisine verilen kötü müjde(!) yüzünden halktan gizlenir. Şimdi onu, aşağılanmış olarak yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak, ne kötü bir hüküm veriyorlar."
Kız çocuklarına kötü muamele edenlerin ve onları hakîr görenlerin, bir gün, haklarının alınacağı zamanın da geleceği, Tekvir sûresinin 8. âyetinde şöyle beyan edilir: "Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman."
Mübârek dînimizin ve Türk milletinin târihi boyunca kadına verdiği ehemmiyete rağmen, bugünün her ânında, niçin kadın cinâyetleriyle yüzyüzeyiz?
Yukarıda zikrettiğimiz âyetlerin yanında, hadîs-i şerîfler ve birçok İslâm âlimi ve bilgininin nasihatine rağmen, bu hâl niçin artarak devam etmektedir?
Bir defa şunu ifade edeyim ki, birçok araştırma yapılmasına rağmen, demek ki meselenin köküne inilememiştir. Câmilerimizdeki bütün vaaz ve hutbelerde, okullarımızdaki bütün derslerde bu hususlara dikkat çekilmesine rağmen, sözlerin tesirsiz oluşu âşikârdır. Bunun sebepleri iyi tahlil edilmelidir.
Sakın, kimse, bunu, bize, Avrupalılar'ın, Amerikalılar'ın, Çinliler'in...yâni yabancıların musallat ettiklerini söylemesin!.. Bu Avrupalılar, Amerikalılar...bize, fuhşu, içkiyi, kumarı...öğrettiler de, okumayı, yalan konuşmamayı, hırsızlık yapmamayı niçin bir türlü öğretemediler? Bahaneyi başka yerde değil, önce kendimizde arayalım ve yola öyle çıkalım!..
Sen; dünyada en az okuyan yâni en az düşünen bir memleketin mensubusun! Sen, kumarı ve içkiyi, dînim emretti diye değil de, sağlığım elvermediği için bırakmak zorunda kaldım diyenlerin mekânındasın. Mâzeret aramaya kalkınca, önüne gelen, "Şu Avrupalı var ya, şu Avrupalı, her mel'aneti, her rezilliği, her kepâzeliği, bize o bulaştırdı!" deyip başka bir şey demiyor. Haklılık payı var ammâ, hepsi onların kusurundan mı ileri geliyor, ne dersiniz?
O hâlde; "A birader, şu Avrupalı 'ya bakıver de biraz kitap oku!.. Şu Avrupalı'ya bakıver de, onun, kendi bâtıl dinine sarıldığının bin mislini sen kendi dînine sarıl!..Şu Avrupalı'ya bakıver de, onun, kendi menfaatini koruduğu gibi menfaatine mukayyet ol ve kendi insanına yaklaştığı gibi sen de kendininkine yaklaşmaya çalış!.. Hakîkati gör, dürüst ol ve tavsiye eyle!..
Elbette ki, o, şunu-bunu-onu...kepâzeliği, hâinliği vs'yi fazlasıyla yapıyor!..Sen, onun, bizi alıştırmasını-karıştırmasını değil, iyi tarafını alıver ve şikâyeti bırak!
Bir defa; bilelim ki, Türk analar, erkek çocuklarına, kızlarından daha fazla değer ve önem veriyorlar. "Sen kızsın, sus!" cümlesini duymayan var mıdır?.. Mes'ele buradan başlıyor. Mes'ele: "Kızını dövmeyen, dizini döver" den, başlıyor. Nasihatten değil, dövmek'ten başlayan bir terbiye sistemi bizde mevcuttur.
Kız, maalesef, birçok yerde, başka hânelere gönderilmeye hazır bir 'mal' muamelesi görüyor. Yıllardır sürüp gelen 'başlık parası' da bunun bir devamı değil midir? Kız, böyle de, gelin nasıl mûteber
olabiliyor, onu da anlamak ayrı bir çalışma mevzûudur!..O da, bir süre sonra gelin-kaynana tartışmasıyla zedelenmeye başlıyor. Anne, oğlunu tutunca; iş, karmakarışık bir hâl alıyor..
Tabiîdir ki, iktisâdî zorluklar, bu işin başka bir cihetidir ammâ, başlangıçta, 'zihniyet" mes'elemizdeki yanlışlıkla ön p(i)lândadır. "Ben, babamdan-dedemden-ninemden böyle gördüm" ifadelerini duymayanımız var mıdır? Bütün bu görülenlerin yanlış olmayacağı da tabiîdir. Ancak; Hazret-i Ali (r.a.) Efendimizin buyurdukları gibi: "Çocuklarınızı, içersinde yaşadığınız zamana göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştiriniz."
Kadınını koruyamayan devlet; kadınına sâhip çıkamayan âile ve cemiyet ile, kadınını öldüren fert, bilinmelidir ki, istikbâlini katletmektedir.
Âyeti kerîmede buyurulduğu gibi, kız çocuk doğumlarında, bâzı evleri hüzün kaplamaktadır. Bu dehşetli hâli çehresinde gördüğümüz ana-babalar nasıl bir şerefsiz idâke sâhiptirler.
Yine, çok defa şâhidim ki, ölüm ilânlarında, erkek evlâtlar ve damatların isimleri okunduğu hâlde, kız evlâtların ve gelinlerin isimleri okunmamaktadır.
Kadınlara ve kızlara -umûmî bakış olarak- öyle menfî tavırlar yüklenmiştir ve onlar için öyle terkipler üretilmiştir ki, içler acısıdır. Bu terkiplerin hiçbiri erkekler için vârid değildir. Meselâ: karılık yapmak, dul karılar gibi, karı /kadın kılıklı, tıpkı evde kalmış karı...bunlardan bâzılarıdır.
Dulluk; bir erkek için, fazla vakit geçirmeden ikinci bir evliliğin arifesi, fakat, kocası ölen kadın için, bütün civar gözlerin üzerine dikildiği bir zamanın başlangıcıdır. Her ân, bir iftiraya mârûz kalma tehlikesinin muhatabı, korku ve endîşenin ilk adımlarının sezildiği zamanlardır. Niçin?
Sağlıklı cemiyetlerde bu hâl ne kadar geçerli/mümkün olabilir?
Kadın gibi gülmek, kadın gibi kırıtmak, karı kız peşinde koşmak, karı oynatmak, kız kaçırmak, saçı uzun aklı kısa...bu husustaki bâzı aşağılayıcı/küçümseyici tâbirlerdendir.
Birçok kişide, şu cümlenin söylendiğine şâhit oldum: "Cici kız, benim gelinim olur musun?" Bu kişi veya kişilerin, hiçbir erkek çocuğa: "Benim damadım olur musun" dediğine ise, hiç şâhit olmadım. Niçin?
Birini söyleten ve diğerini söyletmeyen hangi p(i)sikolojidir?
Bunların herbiri, sosyal yapının zayıflıkları, çatlaklıklarıdır. Meselâ; "Kadın kısmı" ne demektir?
Bir filmde; annesine veya eşine serzenişte bulunan biri ile, muhatabı arasındaki bir konuşma şöyle:
Erkek: "Kadın kısmının orada ne işi var?"
Kadın: "Kadın kısmı, senin yüzünden borç ödüyor ya!.."
Evet; "Kadın kısmı, bu!" Tabiî ki, toplumumuzda "erkek milletinin" yiğitlikleri, bonkörlükleri ve kabadayılıkları ve "kadın milletinin", insanı utandıracak (!) hâlleriyle her an karşılaşmak mümkündür.
Tabiî ki, acaipliklerle de karşılaşmaktayız: Meselâ; televizyonlarda ve gazete sayfalarında, kadınların vücûtlarının müstehcene varan derecede teşhir edilmelerine, ne yazık ki, birçok kadın kuruluşu/cemiyeti karşı çıkmamaktadır. Bunda da illâ ki, bir p(i)sikolojik hâl mevcuttur.
Kadını istismar eden ve aşağılayan her türlü söz, resim/fotograf ve tavra karşı, insanlık âlemi bir bütün olarak karşı durmalıdır.
Bir erkeğin, gayrı meşrû bir tavır olan çapkınlığı/hovardalığı/kadın avcılığı mâkul görülür, övgüyle anlatılır, takdîm edilirse hattâ alkışlanırsa, o cemiyetin âhengini sağlayacak olan diğer 'denk unsur' nasıl ayakta durabilir?
Kadın mes'elesini, 'insan merkezli' olarak ele almayışın neticesi, telâfisi mümkün olmayan dehşetli yanlışlıklara sebebiyet vermektedir.
Demek ki, mes'eleyi, insanlığın müşterek tavrı olarak değil de, ondan ayrı müstakil bir 'kadın' mes'elesi olarak gördüğümüz müddetçe, karşımızdan hiç eksilmeyecek bir dağ ile mücâdele edilecektir. Zayıf, mâsûm, mazlum, mağdur ve korunması ve himâye edilmesi gerekenler, acaba niçin, dâimî bir şekilde 'suçlu' hânesinde ikamettedirler, düşünmek lâzımdır.
En önemli husus, 'zihniyet' çarpıklığıdır. Bizim gibi, erkek hâkimiyetinin bulunduğu cemiyetlerde, eş, anne-nine, kız kardeş, hala, teyze, yenge, gelin, görümce, baldız...herbiri kendi yerinde mûteber şahsiyetler olarak kıymet bulmuş/bulmaktadır. Fakat, iş, kendi çevremizden biraz dışarı taştığında/çıktığında, korkunç bir vaziyet almaktadır, niçin?
Mes'elenin vahametini daha iyi anlayabilmek için bâzı gazete haberlerine ve bu haberlerdeki ifadelere bakmamız gerekiyor. Bu konuda, üzerinde en fazla durulan hâdise "Özgecan Aslan"ın vahşice katledilmesidir. Elbette ki, bir de, bunun netîcesi olarak, onun kaatiline verilen cezâdan sonraki durumdur.
Sanki, bu cezâyla, kamu vicdânı sulh ve sükûna kavuşmuş ve taşlar yerli yerine oturmuş gibi, herkesi bir rehâvet basmıştır.
Okuyalım: "Özgecan'ın katillerine (doğrusu: kaatil) ağırlaştırılmış müebbet. Hak ettikleri cezayı aldılar.
Hunharca öldürülen üniversiteli Özgecan'ın katillerine hiçbir indirim uygulanmadı. Özgecan Aslan'ın anne ve babasının evlilik yıldönümüne denk gelen karar, salondaki avukatlar tarafından alkışlandı." (Yeniçağ Gazetesi, 04 Aralık 2016, Sf. 3)
Özgecan, 20 yaşında, üniversiteli bir kızdır. Öldürülüp yakılmıştır. Mahkemenin karar günü, bu genç kızın annesiyle babasının evlilik yıldönümüne rastgetirilmiştir. Ne büyük mükâfat mı (!) diyelim?..Ve ağlayalım mı gülelim mi, ne dersiniz?.. Başka?..
Başkası şu: "Karar, salondaki avukatlar tarafından alkışlandı."
Yâni; bu "karar", avukatlarca "kamu vicdânını" tatmin etti. Dahası, anne baba da bundan rahat bir nefes aldı. Daha başka; sanıklara, "herhangi bir cezai indirim uygulanmaması" sevindirdi. Bir de şu var: "Hak ettikleri cezayı aldılar."
Arkadaş, lütfen kendinize geliniz!..Lütfen!..Lütfen!..Lütfen!..
Şâyet suç sâbit ise, ve ortada bir insanın tasarlanarak ve eziyet çektirilerek öldürülmesinde karar kılınmış ise, kime, hangi nezâketi uyguluyorsunuz? Bundan, nasıl tatmin olabiliyorsunuz?
Karar esnâsında da, Tarsus Adliye'nin bahçesinde toplanan birçok hanım, pankartlarla,"Özgecan Aslan'ın öldürülmesini ve kadın cinâyetlerini protesto" etmiş.
Pankartlardaki yazıların birinde şöyle yazıyor: "Eşitsizliğin kadın düşmanlarının üstüne yürüyoruz"
"Eşitsizlik" ne? "Kadın düşmanları" kim? Ve siz "nereye yürüyor"sunuz?
Hayır, o pankartlarda şu yazılmalıydı: "Hiçbir canlının ömrü, bu kadar ucuz olamaz. Bu, hele de insan hayatı ise, aslâ! ..
Bu sebeple; Bakara sûresinin 178. ve 179. âyetlerinde buyurulan: "Ey îmân edenler! Kasden öldürülenler için size kısâs yapmak farz kılındı. Ey akıl sâhipleri! Bu kısâsta sizin için bir hayât vardır. Ümit edilir ki, siz (haksız yere adam öldürmekten) sakınırsınız."
Kasıtlı olarak adam öldürenlerin idâm edilmelerini kanunlarınızdan çıkarırsanız, görüldüğü ve görüleceği üzre, onlar size hayat hakkı tanımazlar. Böylece; müebbetle, ağırlaştırılmış müebbetle veya iyi hâlden cezâî indirim vs. ile oyalanır durursunuz. Biliniz ki, elli-yüz değil, binlerce pankart da taşısanız, bunların hiçbiri, bu câniler için caydırıcı olamamaktadır ve daha nice "Özgecanlar"ın peşinden ağıtlar yakılmaktadır/yakılacaktır. İspatı mı? İşte...
Özgecan, 11 Şubat 2015 tarihinde öldürüldü. Peki, bu târihten sonra kaç kadın cinâyeti daha işlendi biliyor musunuz? Bâzılarını nakledelim:
" Türkiye'de 5 yıl içinde bin 134 kadın katledildi: Kadına yönelik şiddet, alınan tüm önlemlere rağmen gittikçe artıyor. 2015'in ilk on ayında 235 kadın çeşitli gerekçelerle öldürüldü. Kasım ayında 24 gün içinde ise 20 kadın canından oldu." (Yeniçağ Gazetesi, 26 Kasım 2015, Sf. 3
Lütfen, târihlere bakınız. Özgecan, 11 Şubat 2015'de öldürüldü. O'nun öldürüldüğü yıl (2015) 235 kadın daha öldürülmüş ve bu sayı, o yılın kasım ayında 24'müş.
Aynı yılın aralık ayında, "İki kız kardeş, sokak ortasında katledildi: 2015'te 265 kadın öldürüldü. Gaziantep'te 42 yaşındaki Semra Azgın ile 41 yaşındaki evli kardeşi Elif Kınacı, kaldırımda yürürken bir otomobilden açılan ateşle öldürüldü." (Sözcü Gazetesi, 13 Aralık 2015. Sf. 11)
Hayat hakkı ellerinden alınan kadınların kaatilleri hâlâ yaşıyorlarsa, bunun önlenmesi mümkün görünmemektedir. Niçin mi? Birkaç haber başlığı daha sunalım ki, anlaşılsın:
*"Boşanmak isteyen eşini vurdu, cezası indirildi." (Yeniçağ, 28 Kasım 2015, Sf. 3)
*"Kadına değer veren nesil yetiştirmeliyiz!.." (Denge Gazetesi, 26 Kasım 2015, Sf. 6)
* "Bir erkek tarafından uğradığı şiddet sonucu komaya giren ve 7 gün direndikten sonra hayatını kaybeden Türkan Sarıkaya'nın tabutuna kadınlar omuz verdi." (Yeniçağ, 17 Şubat 2016, Sf.3)
*"Türkan'ın vahşice öldürüldüğü ortaya çıktı." (Yeniçağ, 18 Şubat 2016, Sf. 3)
*"Aslı Baş'ın ölümünün ardından açılan davanın 22. duruşmasında Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, adliye önünde protesto eylemi yaptı....Aslı Baş'ın babası Mehmet Yavuz, 6
sene geçmesine rağmen hala bir sonuç alamadıklarını belirterek, "Adaletin yerini bulmasını istiyoruz" dedi." (Yeniçağ, 18 Şubat 2016, Sf.3)
*"Genç memurun evinde boğazı kesildi." (Yeniçağ, 25 Şubat 2016, Sf.3)
*"Eşini öldürüp intihar etti."(Yeniçağ, 23 Şubat 2016, Sf.3)
Bu haber başlıklarının, elbette ki hepsi üzücü ve ibret vericidir. Fakat, ne yazık ki, hiçbiri, çözüm için çâre olucu değildir. Yâni; bu işin pankartlarla hâlledilemeyeceği de âşikârdır. Peki ne yapılmalıdır?
Bir defa, iş, en başından ciddî tutulmalıdır. Yukarıdaki bir haberde ifade edildiği gibi,"Kadına değer veren nesiller yetiştirmeliyiz!" Doğru!..Fakat...
Zâten; bu mes'elenin başlangıcı ve sonu îtibâriyle iki çâresi vardır: Birincisi/başlangıç çâresi: İyi nesiller yetiştirmek yâni 'maârif'tir. İkincisi/sonuç çâresi ise, caydırıcı cezâî müeyyide kifâyetsizliği'dir. Yâni : Adâlet'tir.
Cezâî müeyyide noksanlığı veya kifâyetsizliğinden yukarıda kısaca bahsettim.
Peki; "Kadına değer veren nesiller" niçin "yetiştirilememiştir?
Demek ki; bu cümle, bir s(ı)logan olmaktan ileri gidememiştir. Kaldı ki, kadın, bu cemiyetin ayrı bir varlığı mıdır ki, "sâdece kadına değer veren nesiller yetiştirmek" hedeflensin?
O hâlde, "önce insan" deyip, kadın-erkek iyi insanın yetiştirilmesi hedef alınmalıdır.
Alınmamış mıdır? Yapılan istatistiklere ve söylenen sözlere bakılırsa, maalesef, böyle bir hedef ortada yoktur ki, bu hâle gelinmiş/ düşülmüştür.
Bu mevzûda, onlarca makale yazmış, konferanslar vermiş biri olarak maârif sistemimizdeki lâçkalığın hangi merhalede bulunduğunu tekrar etmeme gerek yoktur.
Fakat, soralım: Kadın cinâyetlerinin en zirveye çıktığı zaman dilimi hangisidir? Bakınız, son yapılan istastiklerde de görüleceği üzere, kadın cinâyetleri, son yıllarda yüzde yüzlerin üzerine çıkmıştır ve 2002-2015 yılları arasında öldürülen kadın sayısı da ne yazık ki, beşbin dörtyüzün üzerinde rekor seviyededir.
Bunun çokluğunu, hapishânelerimizdeki mahkûm sayısının, bundan birkaç yıl evveline kadarki sayının iki-üç misline ulaştığını da esefle söylemek durumundayım.
Bu da şu emektir ki, Türkiye'mizde, bilhassa son senelerde, yaygın bir asayişsizlik ve buna bağlı olarak, yasa yetersizliklerinden ötürü de yaygın bir adâletsizlik hüküm sürmektedir.
Bütün bu sayılar, ne yazık ki, ahlâkî vaziyetlerini hiçbir zaman beğenmediğimiz Avrupalı devletlerin hiçbirinde mevcut değildir.
Buradan iki netîceye varıyorum ki, yukarıda da söyledim: Maârif sistemimiz ile, sâdece kadın cinâyetlerinde değil, bütün suçlardaki ve cinâyetlerdeki cezâî müeyyidelerimiz kifâyetsizdir.
Maârifi düzgün ve adâleti hakkıyla uygulanan bir ülkede, bunca 'kadın' veya bunca faili mechûl başka cinâyet işlenmesi mümkün olabilir mi?
Düşününüz ki; "âlemlerin üzerine mümtaz kılınmış olan" ; "üstün bir izzet ve şerefe mazhar olan" ve "en güzel biçimde yaratılan İNSAN", nasıl oluyor da, yine aynı ikrâmlar bahşedilen bir aşka insan eliyle ve devlet korumacılığından mahrûm olarak öldürülebiliyor ve diğeri de, canavarlaşıp kaatil olabiliyor?
Ve nasıl oluyor da, Bakara sûresinin 29. ve 30. âyetlerinde buyurulduğuna göre: "Allah, yerlerde ve göklerde ne varsa hepsini insan için yaratmıştır. İnsan, yeryüzünde, Allah'ın halifesidir" hükmünün sâhipleri olan bir "halife", bir başka "halife"nin acımasızca canına kıymaktadır da, yine Allah'ın hükmüne göre icraat yapılıp uygulanmayan, Bakara sûresinin 178. ve 179. âyetlerindeki: "Kasden öldürülenler için size kısâs yapmak farz kılındı" emri gözardı ediliyor?
Tabiî ki, adâlet terâzisinde, "farz"ın da ne mânâya geldiğinin apayrı bir idrâk işi olduğunu söylememe de gerek olmadığını düşünüyorum...