Bugüne kadar, üzerinde, en çok düşünülen ve fikir ileri sürülen bu iki mefhumu başlık yapmamın bir sebebi vardır; o da, ‘medenî’ kelimesinin ‘zıddı ‘üzerinde düşünmemden ileri geliyor.
Sosyolog-mütefekkir S. Ahmet Arvasî; “Medeniyet Ne Demektir, Çeşitleri Var mıdır?” başlıklı yazısında şöyle demektedir:
“Medeniyet” tâbiri, İslâm’da “bedevî”nin zıddı olarak kullanılır. Bilindiği gibi, Arapça’da “medeniyet (şehirleşme) demektir de “bedevîyet” çöllerde ve bâdiyelerde “göçebe yaşamayı” ifade eden bir tâbirdir. Şanlı Peygamberimiz, “bedevîliği” sevmez, Müslümanlara “medenî olmayı” tavsiye ederlerdi. “Bedevîliği bırakınız, medenî olunuz” sözü Hadîs’tir. Esasen, yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in emirleri de bu istikamettedir.
(…) Hiç şüphesiz, “bedevîler” de –insan olmak hasebi ile- “kültür” sahibidirler. Yâni, onların da dilleri, inançları, örf ve âdetleri, estetikleri, düşünce kalıpları, kullandıkları vasıtaları, ihtiyaçlarına cevap verecek kadar bir tarihî tecrübeleri vardır. Ancak, bunlar, bilhassa büyük şehir hayatının kültür değerleri ile kıyaslandıkları zaman, pek iptidâî, pek kaba ve pek fakir kalırlar. Oysa, şehirler büyüdükçe, içtimâî temaslar yoğunlaştıkça bu kültür değerleri gelişir, incelir, zenginleşir ve hayranlık uyandıracak bir terkibe ulaşır. Öyle anlaşılıyor ki, “medeniyet kavramı”, millî kültür değerlerinin geliştirilmesi, inceltilmesi, zenginleştirilmesi ve asrı hayran bırakacak bir terkibe ulaştırılması ile çok ilgili bir mânâ ifade etmektedir. “ (1)
Günümüz sosyolojisinde, her ne kadar, “bedevî hayat tarzı” yok sayılsa da, dünyanın birçok yerinde devam ettiği âşikârdır. Şehirleşme adı altında yapılan pek çok faaliyetin ise, ‘kenar mahalle/gecekondu kültürü’nü aşamadığı mâlûmdur. Kaldı ki, haklı olarak, nasıl ki, “bedevîler de insan olmak hasebi ile kültür sahibi” iseler, kenarmahalle/gecekondu kültürü de, bir kültürdür.
Bunun dışında, dünyanın öyle değişik mekânları var ki, bunlar, her nekadar çöl/sahra/bâdiye olmasalar bile, orada yaşanan hayat, bütün teknolojik gelişmelere rağmen iptidâî/ilkel’dir. Tabiîdir ki, “ilkelliğin” ne olduğu da tartışılabilir.
Meselâ; burada, bir soru sorabiliriz: İlkellik; teknoloji noksanlığı/yokluğu mu, yoksa ahlâkî noksanlık/yokluk mudur? Hangisidir?
“İlk insan risâletle görevlendirilmiş, hakikatle donatılmış, medeniyetle süslenmiş ve tevhîd ile kemâle ermiştir. İlk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem, insan için gerekli olan dil, muâşeret, âdâp gibi meziyetlerle ve ekip-biçme gibi zenââtlerle süslendi. Asla ilkel değildi. İnsana lâzım olan dünyevî ve uhrevî bilgiler kendisine verildi. Ümmetinden kırk bin kişiye muallim ve mürebbi (öğretmen ve eğitmen) oldu. Ne yaprak takındı, ne cilâlı, ne de yontma taş saçmalıklarına muhatap oldu.” (2)
Peki öyleyse; sözgelimi, bir hânede, çeşitli sebeplerden dolayı radyo veya televizyon yok ise, burada yaşayanlar ilkel midirler?
‘Üst zümre kültürü veya burjuva kültürü’ de diyebileceğimiz, kendine mahsus ‘kibirli tavırlı/lüks villalı/yatlı/katlı/tepeden bakan, o cihetten yozlaşmış kültür’, hiçbir dönemde, hiçbir ülkede, yok hükmünde olmamış, bilâkis artmıştır.
Şüphesiz ki, günümüzde de, bu hayatı sürdüren kavimler/topluluklar/aşiretler/zümreler mevcuttur. En azından, ‘temel kültür değerleri bakımından’ çok farklı, şehir hayatının uzağında bulunan bu topluluklar, sırf, şehirde oturamadıkları için, “medenî” kavramının muhtevasında kabul görmeyeceği düşünülmemelidir.
Çünkü; bana kalırsa, bugün, dünyadaki hâkim sosyolojik yapılar açısından, bedevîlik ile, medenîlik değil; ‘medenîlik’ ile, ‘vahşîlik’, zıt mâna taşımaktadır.
Bugünün toplumunda; umûmî kabul bakımından, şâyet tahsil görmüş ise, gösterişli bir mesleğe ve tahsil görmediği hâlde, belli miktarda görünür vaziyette malvarlığına sâhipse ve ağzı da biraz lâf ediyorsa, bu kişiye, pekâlâ ‘kültürlü’ hattâ ‘medenî’ sıfatı yakıştırılmaktadır.
Hâlbuki; bedevî, belli kültür değerlerine sâhip ve en azından, bugünün medenî insanının belki de fevkinde, ondan misliyle üstün ‘ahlâkî değerlere’ sahipti/sahiptir.
Teknolojiden uzak, sâde yaşayışı, onun, medeniyetsiz olduğunu işâret etmemelidir. Arvasî hocanın ifade buyurduğu, “kültür değerleri gelişir, incelir, zenginleşir ve hayranlık uyandıracak bir terkibe ulaşır” safhaları, zaman içinde, sosyal ihtiyaçların artması sebebiyle, yakınlaşmaların daha fazla olacağı kanaatiyle, ondaki, insânî/medenî vasfın yokluğunu ifade etmez.
Çünkü; bugün ve asırlardır,“medenî” vasfını kendilerine bir libas olarak giydirenlerin, bunun zıddı olan “vahşî”likle ne kadar hemhâl oldukları bilinmektedir/mâlûmdur.
Bir şey daha var ki, o da, ister bedevî diyelim, ister herhangi bir kültürü ele alıp düşünelim, hepsinin içersinde, o topluluğun/kavmin/milletin iyi-kötü bütün söz ve hâlleri ile, maddî ve mânevî değerleri barınır. Hattâ, târih içinden süzülüp gelen bu iyi ve kötü maddî ve mânevî unsurlar, istense de kolay kolay ayıklanamaz.
Kaldı ki; bu kültürün içine, yabancı/hârici kültür unsurları da karışır. Bu da çok tabiî bir hâldir.
Söylemek istediğim şudur: Kültürler, -ki, bir millete mâledilince adına millî kültür, deriz-, asla saf değildirler. İçinde bedevî dediklerimizin güzel hasletleri bulunan bu kültürleri,“medenî”nin zıddı olan “vahşilik” ile yanyana getirerek anmamız mümkün de değildir/olmamalıdır.
Bilinmelidir ki; her kültürün içinde, mutlak surette, cemiyet düzenini tahribe yönelik yâni tasvip edemeyeceğimiz unsurlar bulunduğu gibi; iftihar edeceğimiz, târih boyunca hüviyetimiz olmuş, ahlâkta, dürüstlükte, alicenaplıkta, temizlikte, doğrulukta, yardımseverlikte, mertlikte, hoşgörüde, dünyayı hayran bırakan değerler silsilesine de sahip olmuş, hakîkî mânada, üzerinde durulması, kabullenilmesi gereken ve ‘medenî’ vasfına ve “medeniyete” ışık tutan üstün tavırlar da mevcuttur.
Prof. Dr. Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik adlı eserinde şu görüşe yer verir:
“Türkler tarih sahnesine çıkış bakımından dünyanın en eski milletlerinden biridir. Dünya yüzünde Türkler kadar yayılmış, çıktığı yerden binlerce kilometre ötede vatan tutmuş bir başka millete de rastlanmaz.
Bu yayılmalar Türklerin güçlü olduğu zamanlarda lehlerine işlemiş, fakat güçsüzlük devirlerinde, bilâkis bölünme, parçalanma sebepleri olarak karşımıza çıkmıştır. Bilhassa yirminci yüzyılda, doğu Türklüğü ile batı Türklüğü birbirinden tamamen koparılmış, bununla da kalınmayarak doğu Türklüğünün kendi içinde daha da küçük parçalara ayrılmasına çalışılmıştır. Koparılan bağlar, kısıtlanan haberleşme ve kültür alışverişi imkânları doğu Türklüğü üzerinde yapılacak araştırmaları güçleştirmektedir. Bütün bu sebepleri gözönüne alarak biz, 1000 yıl önce Anadolu’yu vatan edinmiş ve burada kalmış Batı Türkleri’nden bahsedeceğiz.
Türk kültürünün üç ayağı vardır: Türklerin müşterek tarih ve dil sahibi bir kavim olarak çok eskiden beri edindikleri ve geliştirdikleri vasıflar, yani Anadolu’ya yerleşen Türklerin kavmî hususiyetleri, ikincisi İslâm medeniyeti, üçüncüsü de Anadolu’da ve Rumeli’de geçen uzun bir tarih boyunca edindikleri bilgi ve tecrübe.
İslâmiyete geçiş Türk tarihi içinde büyük bir dönüm noktasıdır; fakat bu değişmenin büyüklüğü bizi daha önceki Türk kültürüne karşı körleştirmemelidir. Her şeyden önce, millî varlığımızın temel taşlarından biri olan dilimiz bize eski kültürümüzden intikal etmiştir. Dilimiz bizi bir anda Orta Asya’daki Gök Türklere ve onlardan daha öncekilere bağlamaktadır. Türklerin İslâm âleminde henüz ”mevâli” statüsünde iken gördükleri itibar da bize İslâm’dan önceki Türklerin büyük bir medeniyet potansiyelini taşıdıklarını, daha sonra kuracakları büyük imparatorluklar için pek çok bakımdan hazır bulunduklarını açıkça isbat ediyor. İslâmiyet bu millete cihanşümul bir vazife yükledi ve onu bu vazife için gerekli şeylerle teçhiz etti. İran, bizden daha eski ve muhakkak daha kuvvetli bir medeniyete sahipti; fakat İslâmiyet bu medeniyeti sildiği hâlde Türkleri Müslüman dünyasının en yüksek mevkiine çıkardı. Türkler İslâm medeniyetinin büyük hamlelerini temsil ederken, İran genellikle bu hamleleri engellemeye çalışan bir reaksiyoner cemiyet hâlinde kaldı.
Dilini kaybetmeyen milletler din değiştirse bile birliğini ve bütünlüğünü kaybetmeyebilir, fakat tatbikat bu iddiayı pek haklı çıkarmıyor. Türklerde millî birliği kuran unsurlar arasında din dilden hiç de geri kalmamıştır. Türkler Müslüman olmasaydı değişik isimlerde kavimler halinde dağılıp gidebilirlerdi, nitekim daha önce çeşitli dinlere girerek birbirlerine düşman olmuşlardır. İlk defa Müslümanlık bütün Türkleri –bâzı istisnalar hariç- topyekün içine alacak kuvveti gösterdi ve Türkler Müslüman olduktan sonra kuvvetli birlikler teşkil ettiler. Bugün dahi din birliği dil birliğinden daha kuvvetli bir rol oynamaktadır. Bu yüzden Türkiye içinde millî birliği parçalamak isteyenlerin en çok istismar ettiği hususlardan biri mezhep farklarıdır.” ( 3)
Kültür; medeniyetin temelini teşkil eder. Hem maddî ve hem de mânevî!..Tek şart: Kültür unsurlarının, ahlâkî, âdil, estetik değerlere sahip olmasından geçer. Yüksek teknolojiye sahip, ahlâkî değerlerden mahrûm bir toplumun ‘medenî’ olması düşünülebilir mi?
Elindeki gelişmiş silâhlarla mâsûm insanları katledenlere, sırf, üstün teknolojiye sahip oldukları için ‘medenî’ mi diyelim?
Hangi medeniyet olursa olsun, mutlak surette, kaynağını ‘kendi kültürü’nden alır. Türk medeniyetinin özü/mayası/temeli/menşesi, yüksek Türk kültürü’dür.
Fikrî temelinde ve fiilinde, ‘ahlâklılık’ bulunmayan bir ‘medenî’ târîfin hiçbir karşılığı bulunmayan hiçbir insan davranışını/vasfını “medeniyet” ile telâffuz etmek mümkün değildir.
“Modern Avrupa medeniyetinin dünyayı hâkimiyetine alması, dünyamıza sunduğu iyi bir sosyal, siyâsî düzen anlayışı ile değil, teknolojik üstünlüğü sebebiyle olmuştur. Bu üstünlük de kendi yayılmacılık ve sömürgecilik emellerinin gerçekleşmesine yaradığı halde insanoğluna fazla bir faydası olmamıştır. En gelişmiş makine kullanımı medeniyeti, hayatı kolaylaştırsa bile, gene bu kullanımın Avrupalı’nın sınırlandırmalarına tabi tutulduğu da göz önüne alınırsa, teknolojik gelişmenin de insanoğluna Avrupa dışında fazla bir fayda sağlamadığı düşünülebilir.
(…) Özellikle Modern Batı medeniyeti bir teknoloji, “teknolojik üstünlük”ten gelen insanların maddî hayatını kolaylaştırmak için ileri makineleşme üretimine yönelik bir “makine sanayi medeniyeti”dir. Onun bu üstünlüğü dışında hiçbir alanda üstünlüğü yoktur. Sosyal, ahlâkî, hukukî, siyasî alanda hiçbir üstünlüğe sahip değildir. Özet olarak anlatılırsa; bu alanlarda “Vahşî Medeniyet”tir. Yani bir “maddî medeniyet”tir. “Mânevî medeniyet” değildir. “ (4)
Medenîliğin esası, Pîr-i Türkistan Ahmet Yesevî’nin (?-1166):
“Sünnet imiş, kâfir de olsa, incitme sen;
Hüda bîzardır katı yürekli gönül incitenden” (5)
mısrâlarına uygun fikir ve fiillerdir.
Bu mânada, Amerikalı’nın, Avrupalı’nın, Çin’in, Rusya’nın hatta bizim, ‘kul yapımı teknoloji imâl etmemiz veya geliştirmemiz”, hiçbir zaman, medenîlik unsuru veya vasfı değildir.
Öyle olsaydı; Hiroşima’yı kül eden, Irak’ı harabeye çeviren Amerikalılar, füzeleriyle, Kırım’ı, Çeçenistan’ı, Ukrayna’yı kasıp kavuran Ruslar, Yahudiler’i yakan Almanlar, Filistinliler’e kan kusturan Yahudiler, Doğu Türkistan’da zulüm üzerine zulüm işleyen Çinliler, Cezayir’de F(ı)ransızlar, Bosna’da binbir çeşit katliam yapan Sırplar ve bunlara seyirci kalan baştan sona bütün Avrupalı milletler/devletler ‘medenî’ sayılırdı.
Dünyanın gözü önünde işlenen bu katliamlar, sürgünler, aldatmacalar, hangi insanlığın vicdanına merhem olmuşlardır? Aksine; bunlar, insanlığı, içinden ve dışından tahribata uğratmış incitmek, sızlatmak ve kanatmak kelimelerinin çok ötesinde, parça parça etmişlerdir.
İnsan hattâ canlı öldürmenin veya bunların öldürülmesine seyirci kalmanın ‘medeniyet’ ve ‘medenîlik’ ile, ne ilgisi olabilir?
Medenîlik, vahşîliğin zıddı ise, -ki, öyledir- bu medeniyeti nerede aramak lâzımdır sorusu, bugünün sosyologlarının üzerinde düşünmesi gereken husus olmalıdır.
Medenîlik; her kültürün kendi içinde’dir. Zâten; Türklerin üstün bir medeniyete sâhip oluşları da tamamen bundan yâni ‘üstün ahlâklı dînî/İslâmî-millî kültürleri’nden gelmektedir.
İnsan topluluklarını millet hâline getiren, ona güç ve geleceğe dâir ümit veren ve onu devamlı kılan, onun kültürü, töresi, millî ülküleri ve millî târih şuûruna sahip olmasıdır.
Hulâsa; medenilik, ahlâklılık demektir.
KAYNAKLAR
1.S. Ahmet Arvasî, Size Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanbul 1989, Sf. 229
2.Prof. Dr. Osman Kemal Kayra, Türklerin İnanç Tekâmülü, Türkiye Gazetesi, 02 Nisan 2022, Sf. 8
3.Prof. Dr. Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1995, Sf. 132-133
4.Süleyman Kocabaş, Türk-Batı Kavgası/Cellâdına Âşık Olmak, Vatan Yayınları, İstanbul 2019, Sf. 34
5.Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler, Hazırlayan: Prof. Dr. Kemal Eraslan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983, Sf. 62
TÜRK YURDU DERGİSİ, YIL: 111, SAYI:422, SF.46-48