Hangi kavim/millet olursa olsun, onu yaşatan bir değerler yekûnu/değerler bütünü, mutlaka vardır. Şâyet, millet olma şuûruna varmış ise, bu, her insan topluluğu için geçerlidir.
Bu yekûn veya bütünün parçaları olduğu gibi; bir de, özü/mayası/kimyâsı/gözesi bulunmaktadır ki, bu, silinmez/silinmemesi gereken temel’dir, esas şart’tır.
Çünkü; her “millî kültürün, hâricî unsurları yâni yama/ekleme/katma değerleri de mevcuttur. Bundan kaçış yoktur. Bâzı musibetlileri vardır ki, hiç farketmeden sinsi sinsi yaklaşır ve yapışıverirler. Bilinmelidir ki, böyle bulaşıklıkları temizlemek de oldukça zordur.
Ancak; esas olan şey, öz/maya/kimyâ/göze’nin zedelenmeden varlığını sürdürmesidir. Bu durum, hâricî unsurlara direnmesi ölçüsünde varlığını devam ettirebilir. Onlara boyun eğme yoluna giriş ise, uçuruma yuvarlanışın başlangıcı olur.
Dünya, gün gün değil, ân ân, teknolojik bir değişimin içersindedir. Teknoloji, tek kelime!..Ancak; onu meydana getiren vasıta, imkân ve unsurlar binbir çeşittir ve herbiri, bir ilmî gayretin süzgecinden geçerek cemiyete/insanlığa sunulmaktadır. Yâni, bu tek kelimenin ‘muhtevâsı’ çok geniştir ve kültür faaliyetlerine de ister istemez değil, doğrudan doğruya tesir eder.
Sathî olarak bakıldığında, çok basit değişimlerin varlığından söz edilebilir. Çünkü, bu tarz değişimler çok sinsidir ve çok yavaş ilerler. Fakat, derinlere nüfûz ettikleri zaman ise, sökülüp atılmaları da o derecede zordur.
Elbette ki, makine ile, inanç; âlet ile, millî varlık, kendini yok yerine koymuyor. Koyamaz, bu mümkün de değildir. Çünkü; varlıkların özüne madde değil, mâneviyat hâkimdir.
“Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onun durumunu değiştirmez”(Râd, 11) âyeti ve “Kim, bir kavme benzemeye çalışırsa, o da, ondandır” hadîs-i şerîfi, bu hususta yol göstericidir.
“Değişim” veya “benzemek” hangi bakımdan olursa, müspet veya menfî, o cemiyetin fertleri üzerinde tesirini gösterir, istikametini tâyin eder.
“Biz insanı en güzel biçimde/surette yarattık” (Tîn, 4) ve “Biz insanoğlunu, en şerefli varlık kıldık” (İsrâ, 70) âyetleri, dünyada yaşayan her “insan” için geçerlidir ve mûteberdir. Ancak, “Allah katında/indinde en üstününüz, takvaca ileri/üstün olandır” (Hucurât,13) âyeti, ölçüyü koymaktadır.
Kültürel değerleri sosyolojik mânada tahlile tâbi tutarken, ahlâklılık ölçüsünü göz önüne bulundurmak lâzımdır.
Millî kültürün dinamiklerinin başında ahlâklılık gelir ki, bu da çok geniş muhtevâlıdır. Ahlâktaki yozlaşmanın/bozulmanın toplumu taşıyacağı merhale/merhalesizlik, müstehcen kelimelerle meşrûlaştırılmaya başlanınca heyelân da başlar.
Meselâ; dînin /İslâm’ın şiddetle yasakladığı “zinâ”yı suç olmaktan çıkarırsanız, dîni tahrip edersiniz ve cemiyet âhengi, bozulmanın da ötesinde ve üstünde “tahribata” uğrar.
Câmilerin içine, tabureler/sıralar dizerseniz, dînin zedelenmesi, kültür tahribatını yaygınlaştırırsınız.
Câmi içlerinde ve avlularındaki ağaç dallarındaki hoparlörlerden çıkan uğultulu ve desibeli yüksek mekanik sesler ve bilhassa Bayram namazları sonrasında havaya sıkılan mermiler bu bozulmaya işârettir.
Kazdağlarını, Fatsa tepelerini tıraşlamak; Karadeniz ve Akdeniz ormanlıklarına villâlar kondurmak; Dallas-vâri filmlerle ahlâkî değerleri didiklemek ve pörsütmek; bilhassa kadın cinâyetlerine karşı gerekli hukukî tedbirleri almamak/alamamak, ‘dinamit’ değil de nedir?!
Teknolojinin kültüre tesirinde birkaç husus vardır:
1. Yazılı kaynaklar: Kitaplar, gazeteler, dergilerdir. Okuma oranımız düşük olduğu için, bunların yaygın olarak kültürel değişmeye tesirleri azdır.
2. Sesli kaynaklar: Radyo ve bir de kaset gibi, kayda alınarak yapılan yayınlardır. Bilhassa, bâzı kasetlerin kültür bozucuları, maalesef el altından faaliyet göstermektedir ki, tehlikelidir.
3. Görülü kaynaklar: Bu hususta, televizyon ve yaygınağ (internet) en müessir yayınlardır. (NOT: “İnternet” için teklifim ‘yaygınağ’dır. “Genel ağ” diyenler de vardır. Bir defa, “genel” yanlış kurulmuş bir kelimedir. Dîğer taraftan, “genel” ve “ağ” kelimelerinin birleşik yazılmaması da yanlıştır. Çünkü; “internet”, tek mâna ifade eder. Bunun karşılığı olan “yaygınağ” kelimesi de birleşiktir ve tek mâna taşır. M. H.K.) Şüphesiz ki, iyi niyet olmadığı takdirde, tehlike çok büyük olur. Bu yayınlarda, zaman ve mekân sınırlandırılması yoktur. Günün her saatında, dünyanın her mekânında, fâsılasız, faaliyettedirler. Çocuk, genç veya yetişkin, herkese p(i)sikolojik baskıları mümkündür.
Yazılı-Sesli-Görülü yayınlar, bugün, “sosyal medya” adı altında, gece-gündüz demeden ve mekânda sınır tanımadan, herkese ulaşmakta ve tesir sahasını genişletmektedir. Şüphesiz ki, bu durum, yaygınağ (internet), feysbuk, vatsap ve diğer vasıtalarla daha da genişlemektedir. İster istemez, -tabiî ki, her millet için- mahallî/millî kültür unsurları zedelenmektedir.
Muhakkaktır ki; bunun tedbirini almak da, her ‘muktedir millî devlet’ için bir mecbûriyettir.
Kültür bozulmaları ve gelişmelerinde, görülü kaynakların kullanımına çok itina ve dikkat gösterilmelidir. Çünkü, bunlar, hem şekil ve hem de ses ile, seyredeni ve dinleyeni hâkimiyeti altına alabilirler.
Bunlar; iyi kullanıldıkları takdirde, kültürün ‘dinamikleri’; kötü maksatlı ellere bırakıldıkları zaman ise, kültürün ‘dinamitleri’ hâline gelebilirler.
İşte, o zaman, o “güzel yaratılan” ve “her varlıktan üstün ve şerefli” olan insan; yalancı, menfaatçi, vurdumduymaz, riyâkâr, egoist olur, vahşîleşir ve canavarlaşmaya doğru yol alır. Yâni, kastettiğimiz kültürlü/medenî insan hedefinin dışına çıkılır ve medenî’nin zıddı bir hâle bürünülür.
Bu kültürel kazanımlarda veya kayıplarda, şüphesizdir ki, farklı yaşayışların, ırkî/irsî/millî hususiyetlerle de ilgisi vardır. Bunlar; elbette ki, farklı zamanlar içersinde farklı coğrafî şartlardaki müşterek birikimler sonucunda sosyolojik bir hâdise olarak belirir.
Böylece; bir topluluk, ancak, “millet olma” hüviyetine kavuşunca/sahip olunca, bu kültür dinamikleri de harekete geçer ve o millet, o kültür değerleriyle anılır. Böylece; yâni bu vasıflar teşekkül ettikten sonra, şu veya bu bakış/görüş/telâkki veya anlayışın kültür târîfleri ortaya çıkar.
Elbette ki, bu târîfler, çok farklıdır ve hatta yüzlercedir.
Dolayısiyle; kültür dinamiklerinin başında, o milletin lisânı/dili gelir. Çünkü; onsuz millet olmaz. Dîn, adâlet ve bütün ahlâkî değerler lisânla öğrenilir/öğretilir.
Dil; keyfî değil, zarûrî’dir. “Gökleri ve yeri yaratması, lisânlarınızın/dillerinizin ve renklerinizin farklı olması” (Rûm, 22) âyeti, buna işârettir ve bu zarûretin/mecbûriyetin, köküdür/temelidir/kaynağı’dır.
Burada; hem dînî ve hem de millî bir “mecbûriyet” vardır. Dil bozulunca, millet de bozulur.
Dil argolaşır, müstehcenleşirse, millî ahlâk da bozulur, tahrib olur. Eldeki dinamikler, birdenbire dinamit hâline dönüşebilir.
Dili tahrip etmek; millî târih şuûrunu da tahrip etmektir. Bu sebepledir ki; Türkçesi varken, yabancı kelime kullanmamak ve aslı/kökü belli olmayan uydurma kelimelerden uzak durmak şarttır.
Mütefekkir Durmuş Hocaoğlu “Kültür Savaşçıları Meydan Okuyor” başlıklı yazısında şöyle diyor:
“Kültür savaşçılarımızın vizyonsuzluğu, onları, cemiyetimizin kültür kodlarını zorla Batı modeline göre değiştirdikleri takdirde, Batı cemiyetleriyle hem-âyâr olacağımız gibi hâlisüddem bir vehme sürüklemiştir ve bu vehim de Batılılaşma mâcerâmızın başlangıcından beri bu ülkenin kâbûsu olarak üstüne çökmüş bulunmaktadır. Bu anlayış kıtlığının elîm netîcesidir ki, Türkiye, iki asırlık modernleşme çabalarına rağmen, hâlâ modernitenin periferisinde dolanıp durmaktadır.” (Bknz. Durmuş Hocaoğlu, Yeniçağ Gazetesi, 18 Şubat 2008, Sf. 8)
Dilimiz Türkçe başta olmak üzere, millî kültürümüzün-gelip geçici basit mırıldanmalar dışında- ciddî mânada bir sâhibi var mıdır, bilmiyorum!
TOŞAYAD KÜMBET DERGİSİ, SAYI: 58, Sf. 47-49