Şehirleşme; medenî bir hedeftir. Bu; bütün milletler için de geçerlidir. Çünkü, şehir, toplu olarak yaşanılan en geniş mekândır. Bütün insânî müesseseler orada mevcuttur, olmalıdır. Kültür ve medeniyetlerin, köylerden, kasabalardan, içerden ve dışardan bütün maddî ve mânevî kazanç ve kayıplarıyla “toplaştığı” yerdir.
Sosyolog S. Ahmet Arvâsî, “Şehirleşme ve Medeniyet” adlı yazısında şöyle der: “Arapça’da “şehirleşme” adı “medenîleşme”dir. Bilindiği gibi, bu dilde “medine”, şehir demektir. Bu sebepten olacak, Şanlı Peygamberimiz’in dilinde “medenîleşme, şehirleşme” demektir. Nitekim, “, “Bedevîliği bırakın medenî olun” diye buyururken bunu kasdetmiş bulunmaktadır. Yine, bilindiği gibi, “bedevî”ler, bâdiyede (çölde ve dağlarda) konar-göçer yaşayan kimseler demektir.
(...) Bu konuda İbn-i Haldun (M:1334-1406), ancak, güçlü devletlerin, büyük şehirler kurabileceğini belirttikten sonra, İslâm Medeniyeti’nin ileri olduğu dönemlerde, müslümanların çok büyük şehirler kurabildiğini şöylece belirtir: “Memun devrinde, Bağdat, birbirine yakın ve bitişik olmak üzere, kırk şehirden mürekkepti. Son derece bayındır ve büyük olduğu için, bir şehir hâlinde, yalnız bir sur ile çevrili değildi...Müslümanların hâkimiyeti altında iken Kurtuba ve Mehdiye’nin hâli de böyle idi. Kendi gözümüzle gördüğümüz gibi, Kahire’nin hâli de böyledir. (İbn-i haldun, Mukaddime, Cild: 2, Sf. 247-248, Z. K. Ugan Tercümesi, 1954)” (Bknz. S. Ahmet Arvâsî, Size Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanbul 1989, Sf. 253-254)
Şehirler; ahlâk, ilim ve kültür merkezleri’dir. Böyle olmalıdırlar. Mâdemki medenîliğin alâmetleri onda birleşmektedir, şehirleri inşâ ederken bu hedef esas alınmalıdır.
Şüphesiz ki, sosyal hayatın mecbûrî istikametleri de vardır. Her şey elimizin altında, isteğimize bağlı değildir. Depremler, sel felâketleri, harpler, toplu sürgün göçleri, insan hareketleşmesinin, değişik tabiat olayları, çarpık sosyalleşmenin ve dolayısiyle şehirleşememenin arzu dışındaki hâlleridir.
Bütün bunlar; irâdî olmamakla birlikte, şâyet, güçlü bir Devlet nizamı mevcut ise, önlenebilir’dir.
Medenîliğin ilk ölçüsü “ahlâkîlik”tir. Ahlâklılık; adâletli oluştur, dürüstlük’tür. Bir ülkede, hele de bu ülke bir İslâm ülkesi diye anılıyorsa, “zinâ”nın kanunla serbest bırakılması, ne yazık ki, daha baştan, şehirlerden bu vasfı kaldırmaktadır.
Bununla birlikte; şehirlerde, fuhşun yanında, cinâyetlerin artması ve buna mukabil, kaatiller için “îdâm cezâsı”nın kaldırılması da ahlâkî kirliliğin netîcesidir.
Şehirler; okulların, üniversitelerin, fen ve yabancı dil laboratuvarlarının, kültür merkezlerinin, s(ı)por tesislerinin, müzelerin ve yeşil sahaların ihtiyacı karşılacak seviyede donanımlı bulunduğu mekânlardır/öyle olmalıdırlar. Şehirleşme, binalaşma değildir. İlk önce, bu, idrâk edilmelidir.
Kendimize/Türkiye’mize baktığımız zaman, bunların yeterli olduğunu asla söyleyemeyiz. Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, ülkemizde de yüksek bina iştahı çok fazladır. Bırakınız şehirleri, yemyeşil ziraat sahalarının bile betonlaşmaya zemin hazırlandığını müşahede etmekteyiz ki, hazîn ve dehşet vericidir.
Dîğer taraftan; üniversite sayımız çok olmasına rağmen, gelişmiş ülkeler sınıflamasında çok gerilerde bulunmaktayız. Bu da, üniversitelerimizin, şehirleşmedeki itici/fikir açıcı gücünü zayıflatmaktadır.
Tabiatın tahribatı; denizlerin kirlenmesi, göllerin, ırmakların kurumaya yüz tutması, ağaçsızlaşma, sokaklardaki temizliğin yeterli olmaması...şehirleşememenin önünde dikilen setlerdir. Bir başka çeşit cinâyetle karşı karşıya olduğumuz bilinmelidir!
Kaldı ki; “Gözü, kulağı, beyni, idrâki, hâfızası...olduğu gibi, şehirlerin dili de olur. Şehirler de; ağlar, sızlar, güler, sarsılır, didinir, kükrer, şahlanır, konuşurlar.
Yukarıdan bakınca, koskoca gökkubbe altında küçücüktürler ammâ, yakınlarından / yanıbaşlarından / içlerinden temâşâ edildiklerinde, herbirinin birer farklı rûh taşıdıkları, bir ömür sürmekte oldukları, canlı-diri, zaman zaman pörsümüş çehreli fakat yer yer de makyajlı oldukları gözden kaçmaz.
İster, İstanbul deyin, New York deyin, Paris deyin, Moskova, Pekin, Bakü, Bağdat, Kosova, Üsküp, Urumçi, Londra...deyin, hep böyledir!..
Şu da var ki; şehirleri şehir yapan ve müşterek şuûr hâline getiren, mîmârları, hattâtları, mûsikî-şinâsları/müzisyenleri, edibleri , şâirleri, âlimleri, ârifleri, gaazileri, şehitleri velhâsılı kahramanlarıdır.
Kadını-erkeği, çocuğu ihtiyarı, sağlamı sakatı, çarıklısı, pazarcısı, kavuklusu...bundan hisse alır.
Câmiler, hanlar, hamamlar, çeşmeler, saraylar, türbeler, kütüphâneler, müzeler, saat kuleleri, köprüler, mezarlıklar, kümbetler...veya kiliseler, havralar şehirlerin dilidirler.
Ve yine, halaylar, horonlar, barlar, çaydaçıralar...şehirlerin gönül köprüsüdürler!..Bir çınar ağacı, bir çiçek bahçesi, bir koruluk veya ormanlık, bir volkanik tepe ve onun üzerinde, yıldızlarla fıkırdaşan/fısıldaşan tenhâda bir göl...birer lisandır. Gökkuşağı da öyledir, güneşin ve ayın doğuşu batışı da!..
Şehirleri şehir yapan, bakırcıları, kuyumcuları, tesbihçileri, yüzükçüleri, çinicileri, boncukçuları, nalburları, semercileri, kalaycıları, sahlepçileri, limonatacıları, pidecileri, lâhmacuncuları...vardır!..
Benim sesimle haykırış olur türküler, eğilmez dağlara...Benim sesimle kükreyiş olur, marşlar, şarkılar engin denizlere...
Benim huşûm ile yakılır âvîzeler; gün doğarken ilâhîlerimle şavkır gönüllerde ışıklar...Şehirler, minârelerden okunan ezânlarla, zamanı, hakîkatine kavuşturur...
Kaç yüz, kaç bin çeşit şehir dili vardır ki, zaman havuzundan dur- durak bilmeden fışkırarak, bugünün kıskançlığına inat, insanlığa ibret verir, huzur aşılar, aşk ikrâm eder!..
Şehirler; orada yaşamış olan ve yaşayan insanların aynasıdır. Bütün hâl-tavır, p(i)sikoloji, inanç ve estetik, bir müşterek idrâk ve rûhla bütünleşir. Şehre, ne kadar ihtimam gösterir ve saygı duyarsak, o da, bize, güler yüzünü aksettirir.” (Bknz.M. Halistin Kukul, Şehirlerin Dili, Toşayad Kümbet Dergisi, Sayı: 47, Ocak-Şubat-Mart 2018, Sf. 32-35)
Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri adlı eserini şu cümleyle bitirir: “Eski kıymetlerin yerine yenilerin konulmaması veya yeni ikamelerin sathî, iğreti ve sahte olması, kültürde insicam, istikrar ve muvazenenin; fertlerdeyse iç huzuru ve emniyetle birlikte bilhassa ictimaî davranışlarının istikamet ve cihetini tayin hassasının kaybedilmesine sebep olmaktadır.” (Bknz. Prof. Dr.Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1972, Sf. 386)
Demek ki; “kıymetler” önemlidir. Bu “kıymetlerin” yerine “sathî, iğreti ve sahte” lerinin konulmaması gerekir. Bunda, düzenli bir âhenk gereklidir.
Prof. Dr. Ahmet Hamdi Tanpınar ise, her zaman bir şaheser olarak telâkki ettiğim Beş Şehir adlı eserinde şöyle der:
“Her büyük şehir nesilden nesile değişir. Fakat İstanbul başka türlü değişti. Her nesilden bir Paris’li, bir Londra’lı, doğduğu yaşadığı şehrin otuz kırk yıl önceki halini, yadırgadığı bir yığın yeni âdet, eğlence tarzı, mimarî üslûbu yüzünden hüzün duyarak hatırlar.
Baudelaire en güzel şiirlerinden birinde “Eski Paris artık yok, ne yazık, her şehrin şekli bir fâninin kalbinden daha çabık değişiyor” diyerek, galiba bütün Fransız şiiri boyunca bir iki şairinden biri olduğu Parisi’in değişmesine döğünür.
Birinci Dünya Harbi’nden sonraki Fransız nesrinde hemen on yıl önceki Paris’in hasreti belli başlı bir temadır.
İstanbul böyle değişmedi. 1908 ile 1923 arasındaki onbeş yılda o eski hüviyetinden tamamıyle çıktı. Meşrutiyet inkılâbı, üç büyük muharebe, birbiri üstüne bir yığın küçük, büyük yangın, malî buhranlar, imparatorluğun tasfiyesi, yüzyıldır eşiğinde başımızı kaşıyarak durduğumuz bir medeniyeti nihayet 1923’de olduğu gibi kabullenmemiz onun eski hüviyetini tamamıyle giderdi.” (Bknz. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1972, Sf. 145-146)
Öyleyse, “değişmek”, sırf değişmiş olmak için olmamalıdır. Şehirlerin “özü”nü muhafaza edip, ahlâkî, ilmî ve kültürel değerleri geliştirmek zorundayız.
Şehirleşme; dağ başlarına “mahalle” deyip; şehirleri, “köyleştirmek değil’dir!..
Sözümü; Çağrı Dergisi’nin Kasım 2011 sayısında yayınlanan “Şehir” başlıklı şiirimle bitiriyorum:
ŞEHİR
Kaç cepheden baktım, durup, bu şehre; Aklımı hep aldı, zaman, başımdan!
Önümden geçerken bin çeşit çehre, Târih düğümlendi göğsümde o ân!
***
Birden cezbesine kapıldım; lâkin,
Bu sefîl sokaklar, gerçek idrâkin,
Doldurdu lâfzını çepeçevre kin.
Ne kalmış elimde: Hep yalan-dolan!
***
Sanki koparmışlar duvaklarını;
Alıp götürmüşler dünden, yarını!
Asırlar terketmiş hep surlarını;
Kurşunlar işledi bağrıma dan-dan!
***
Demeyin, ne olur, bu bir kahırdır!
Kimileri dilsiz, kimi sağırdır!
Bu yük, anlayana, elbet ağırdır;
Kubbede, çeşmede sızlıyor vicdân!
***
Bu nasıl cemiyet, bu nasıl hayat!
Bu hangi san'attır, fıtratla inat?
Bir hançer saplanır, titrer kâinat;
Uyandırır bizi derin uykudan!
***
Bu kapkaranlığın ben mi nesiyim?
Sanmayın bir ışık penceresiyim!
Ürperen sesiyim, pervânesiyim!
Dayan çâresizlik, cinnete dayan!
M. HALİSTİN KUKUL
Toy Dergisi, Sayı: 3, Ocak 2022, Sf. 96-98