Bu iki mefhûm, elbette ki, birbirinden uzak, birbiriyle uzlaşmaz değildir. Bu iki mefhûm, muhakkaktır ki, zaman zaman birbirinin içinde bulunabilir, birbirine destekçi de olabilir. Maksadım, bunun araştırmasını yapmak da değildir.
9 Mart 2022 Çarşamba günü, İsrail CB İsaac Herzog, 14 yıl aradan sonra, Türkiye Cumhuriyeti CB Erdoğan’ın dâvetlisi olarak ülkemizi ziyâret etmiştir. Yâni, bu, Devletlerarası bir görüşmedir. 21 pare top atışıyla, iki ülkenin millî marşları çalınarak karşılanmıştır.
Herzog, Ankara’da, Cumhurbaşkanlığı Sarayı konferans salonunda yaptığı konuşmada, T.C. Cumhurbaşkanı’na hitap ederken şu cümleyle başlamıştır:
“Modern çağın en büyük Türk şairlerinden biri olan Nâzım Hikmet “Yaşamaya Dâir” şiirinde şu satırları yazmıştır, ki onun insanlık ve barışa özlem dolu eserlerinden sizin de bâzen alıntılarınız oldu.”
Ardından; adı geçen kişinin, 1940’larda, Bursa Hapishânesi’nde yazdığı şiirinden şu “satırları” okudu: (“Satır” diyorum, zâten Herzog da, mısrâ demedi, “satır” dedi ve bunların ‘mısrâ’ ile, gerçekten de ilgisi yoktur. M.H.K.)
Yâni, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı
Yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil
Ölmekten korktuğun hâlde ölüme inanmadığın için
Yaşamak, yâni ağır bastığından.
Bugün şairin dediği gibiyiz. Biz iki halk, iki ülke her alanda derinlemesine bir diyalog içerecek, güven ve saygı yoluna çıkmayı seçiyoruz. Her konuda anlaşamayacağımız konuşunda anlaşmak zorundayız. Bizimki gibi zengin geçmişi olan bir ilişkide bu durum doğaldır. Ancak anlaşmazlıklara geleceğe yönelik çözmeye çalışacağız.”
İsaac Herzog’dan, elbette ki, dünyada, târihin en büyük katliâmlarının yaşandığı, zâlimlerin mazlumları ezdiği, sömürdüğü, acımasızca sürgüne tâbi tuttuğu bu zamanda, Türk ve dünyâ şiirinin zirve ismi Yûnus Emre’nin:
“Teferrüc eyleyü vardım sabahın sinleri gördüm
Karışmış kara toprağa şu nâzük tenleri gördüm”
Mısrâlarını veya son Şâirler Sultanı Necip Fâzıl’ın:
“Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum;
Bir kuş bir kuş öldürse ben can çekişiyorum!”
“Yine Hâl” başlıklı muhteşem beytini okumasını beklemezdim.
Herzog, koskocaman ve muhteşem Türk şiirinin içinden araya araya, bula bula değil, bile bile bu kişinin bu şiirini (!) bulmuş ve CB’na: “-ki onun insanlık ve barışa özlem dolu eserlerinden sizin de bâzen alıntılarınız oldu” ifadesini söylemiştir.
Elbette ki, onun yazdığı bütün kırık-dökük mısrâlar bir kenara bırakılır ve câmi açılışında şiirini okursanız, karşılaşacağınız durum budur. Tabiî ki, sâdece bu da, değildir. Söyleyelim!...
Bir yerden başlayayım:
Önce; Dr. Arslan Tekin’in “Fetih şiirini kim yazdı?” başlıklı makalesinden –bâzılarını yüreklendirecek-bir bölüm nakledeyim:
(…)Fetih şiiri kimin? Bilginiz var mı? Bestelendiği için "Fetih Marşı" aklınıza gelir hemen "Ârif Nihat Asya" dersiniz. Ârif Nihat Asya, Fatih'i ve İstanbul'un fethini örnek alarak gençlere hedef gösteren şiiri yazmıştır. Fethin heyecanını anlatan şiir ise Nâzım Hikmet Ran'ın kaleminden çıkmıştır. Daha 20 yaşındadır:
"İslâmın beklediği en şerefli gündür bu / Rum Konstantiniyye'si oldu Türk İstanbul'u // Cihana karşı koyan bir ordunun sahibi / Türk'ün genç padişahı, bir gök yarılır gibi // Girdi Eğrikapı'dan kır atının üstünde / Fethetti İstanbul'u sekiz hafta üç günde // O ne mutlu, mübarek bir kuluymuş Allah'ın! / Belde-i Tayyibe'yi fetheden padişahın, // Hak yerine getirdi en büyük niyazını / Kıldı Ayasofya'da ikindi namazını! // İşte o günden beri Türk'ün malı İstanbul, / Başkasının olursa, yıkılmalı İstanbul!"
Şiirin adı "Sekiz Yüz Elli Yedi"dir. Neden bu rakam şiirin başlığı? 857, İstanbul'un fethedildiği yılın hicrî tarihidir. Milâdî 1453'e tekabül eder.
O yaşlarda, evlerine sık girip çıkan Yahya Kemal'in tesirindedir. Böyle birkaç şiiri daha vardır. Komünistlik döneminde, "millî" diyeceğimiz tek şiiri "Kuva-yı Milliye Destanı"dır. Onu da Yalçın Küçük'e göre, hapisten kurtulmak için ısmarlama yazmıştır.
- Hikmet'i anın, büyütün, kocaman yapın, öncesi ve sonrası yok deyin. Ama... Lütfen hakikatleri de söyleyin. Kendisi "Komünistim, / Sevdayım tepeden tırnağa" diyor. Moskova'nın güdümündeki Türkiye Komünist Partisi'nin üyesi ve yönetici. Adam, yakın Arkadaşı Vâlâ Nurettin'le birlikte, işgal altındaki İstanbul'dan Ankara'ya kaçıyor. Güzel... Millî Mücadele'ye katılmak istiyor. İkisi de Bolu'ya öğretmen olarak tayin ediliyor. Onlar ne yapıyorlar? Millî Mücadele'yi terk edip Moskova'ya komünistlik okumak için gidiyorlar.
(…) Niye yine N. Hikmet Ran dedik? Önceki gün ölüm yıl dönümüydü. Bir partimizin grup başkan vekili büyük bir heyecanla: "Bu toprakların sesini, yüreğinin incelikleriyle yazan, büyük şair, büyük usta Nâzım Hikmet'i 3 Haziran 1963 tarihinde kaybettik. Yasaklara karşı Nâzım hep var oldu. Hep yaşadı ve yaşıyor..." dedi.
Siyasîlerimiz kimi öveceklerse övsünler ama bir şeyleri gizlemesinler, çelişkiye düşmesinler. N. Hikmet Ran'ın, komünistliğiyle övündüğünü, M. K. Atatürk ve İsmet İnönü dönemlerinde mahpus olduğunu neden söylemek istemiyorlar?” (Yeniçağ Gazetesi, 05 Haziran 2020, Sf. 7)
“Kısa bir bilgi daha arzedeyim: (N. Hikmet Ran) Bütün kayıtlara göre, 15 Ocak 1902’de Selânik’te doğmuş ve 3 Haziran 1963’te Moskova’’da ölmüştür. Mezarı, oradadır.
1917 yılında Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girer ve güverte subayı olarak oradan mezun olur. 1920’de zatürre hastalığı sebebiyle çürüğe ayrılarak ordudan çıkarılır.
Bu dönemlerde, vatan şiirleri yazar. Yahya Kemal’in tesirindedir. Çünkü, Yahya Kemal, hem Bahriye Mektebi’nden hocasıdır ve hem de annesi Celile Hanım’la hayat sürmeye başlamıştır.
Ordudan ayrıldıktan sonra, zamanın şartlarında, Bolu’ya öğretmen tâyin edilerek eğitim hizmetinde bulunması istenilir. Fakat, arkadaşı Vâlâ Nûreddin’le gittiği İnebolu’da, bâzı Türk komünistleriyle tanışır. Millî Mücâdele’nin bu en çetin döneminde, kendisine verilen öğretmenlik görevini bırakır ve Eylül 1921’de Batum üzerinden Moskova’ya kaçar.
“Mustafa Kemal Paşa (henüz, Atatürk soyadını almamıştı), savaş devam ederken, 16-21 Temmuz 1921 târihleri arasında, Ankara’da, Maarif Kongresi’ni toplamıştır. Düşününüz, Millî Mücâdele devam etmektedir. Sakarya Savaşı (23 Ağustos 1921-13 Eylül 1921) öncesidir ve savaş hazırlıkları yapılmaktadır.
23 Nisan 1920’de TBMM açılmış ve hemen ardından, 6 Mayıs 1920’de Maarif Bakanlığı kurulmuş ve 25 Kasım 1920’de de, öğretmen ve öğrencilerin askerlik yükümlülükleri TBMM tarafından tehir edilmiştir.” (Bknz. M. Halistin Kukul, Millî Eğitimde Reform, wwwkapsamhaber.com- 01 Kasım 2020-11.22)
“TBMM tarafından, “askerlik yükümlülükleri tehir” edilen kişi/kişilerin, vatan evlâtlarına hizmet etmeyip Moskova’ya kaçmasını da, ayrıca, takdirlere sunuyorum.
1924’te Türkiye’ye döner. 1928 affından faydalanır. Sonraki yıllarda (1938), Harp Okulunda komünist propagandası yapmaktan ve “orduyu isyana teşvik”ten 28 yıl 4 ay hapse mahkûm edilir.
14 Temmuz 1950 Genel Affı’yla serbest kalarak 17 Haziran 1951’de İstanbul’dan ayrılır ve Romanya üzerinden, yine, Moskova’ya kaçar. 15 Temmuz 1951’de, Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılır ve Müslüman olan ve aslen Polonya yahudisi büyükdedesi Mustafa Celâleddin Paşa’nın (Konstantin Borzeçki/Borzcky veya Verzenski) soyadını alır. Polonya vatandaşlığına geçer.
30 Haziran 1951 târihli Cumhuriyet Gazetesi’nin birinci sayfasındaki haberde şöyle denilmektedir:
“Moskova radyosu dün akşamki yayınlarında Kızıl Şair Nazım Hikmet’in Moskova’ya vardığını ve hava alanında beyanatta bulunurken “beni Stalin yarattı” diye bağırdığını bildirmiştir. Gene Moskova radyosuna göre Kızıl Şair, Stalin’i göklere çıkaran şu sözleri de sarf etmiştir:
“-Gözlerimin ışığını Stalin’e borçluyum, her şeyimi ona borçluyum, o beni yarattı, o beni yaşatıyor.”
1953’te, Stalin’in, ölümü üzerine, ona ağıt yazar ve Budapeşte Radyosu’ndan okur:
“5 Mart 1953/İlkönce kim kime /Metin ol kardeşim diyecek/İlkönce kim kime/Başsağlığı dileyecek/Hepimizindi o/ Hepimizindir/ Yoldaşlarım/Hüngür hüngür ağlamak geliyor içimden/ Tutuyorum kendimi sizin gibi tıpkı/Aynı metanetle/Seviyorum onu/ Marks’ı, Engels’i, Lenin’i sevdiğim gibi/ Sevdiğiniz gibi”.
Hüngür hüngür ağlanacak bu Stalin kim midir? 25 yılı aşan iktidar süresi içersinde milyonlarca Müslüman Türk’ü vatanından süren, yerinden yurdundan eden ve katleden câni, kaatildir. 14.000 câmi ve mescidi yakıp yıktıran, binlerce san’at, din ve ilim adamını kurşuna dizdiren hâin, gaddar diktatördür.
1945 yılında, Türkiye’den Kars’ı ve Ardahan’ı istemekle kalmayıp, Boğazlar’dan üs talep eden de bu Stalin değil midir? Nâzım’ın “sevdiği” bu ise, Nâzım’ı sevenler kimi sevmiş oluyorlar acaba?” (Bknz. M. Halistin Kukul, Kahramanlık: Saldırıp Bir Daha Dönmemektir, Toy Dergisi, Bahar 2021, Sf. 74-79; Samsunhabertv, 11 Nisan 2021)
Şimdi biraz başa dönelim: Nâzım’ın, Arslan Tekin’in ifade ettiği gibi, Yahya Kemal-Celile Hanım dönemi önemlidir. Beyoğlu’nda bulunan Taksim Câmisi’nin açılışında T.C. Cumhurbaşkanı’nın okuduğu “Ağa Camii” şiiri de, bu dönemde (1920) yazılmıştır.
Hattâ; Mevlâna şiiri bundan üç sene önce 1917’de yazılmış ve “Ben de müridinim işte, Mevlâna” diye sonlanmıştır.
Peki, ne olmuştur da, yedi düvelle harp içinde bulunduğumuz bir zamanda, Türk Ordusunun Başkomutanı’na, 1923 yılında, “28 Kanunusani hicviyesiyle”, “Burjuva Kemal” yakıştırmasını yapmak küstahlığını göstermiştir?
Ve; hayatının hiçbir döneminde, Mustafa Kemal’in -vefâtı dâhil-, isminden ve başarısından hiçbir zaman söz etmemiştir.
Kaldı ki; bütün Rus liderlerinin hepsine, bilhassa, Lenin ve Stalin’e övgüler dizmiştir.
1921’de yazdığı “Meşin Kaplı Kitap” şiirinde:
“Yazık, yazık bize ki asırlarca aldandık!/Karanlıkta çizilen izleri görmek için/Görüp yüz sürmek için,/Yazık, yazık bize ki bir çırağ gibi yandık…/Ne gökten necat geldi, ne bir parça merhamet./Çalışan esirlere Musa, İsa, Muhammed/Sade bir satır dua, bir tütsü buhur verdi/Masal cennetlerinin yollarını gösterdi./Ne beş vakit ezanı, ne Anjelüs çanları/Zincirden kurtardı yoksul çalışanları…”
Diyerek, kömünist/Marksist yoldaki yürüyüşüne başladığını ifade etmekte değil midir?
1925’te yazdığı “Ayağa Kalkın Efendiler” şiirinde, Yahya Kemal’e çatarak: “Yeter artık Yenicami tıraşı,-Yeter!” diyerek isyan bayrağını açan bu zat değil midir?
Hani; Ağa Camii, nerede kaldı? Yazılalı, ancak beş yıl olmuştur, nerede Ağa Camii; nerede “Yenicami tıraşı”!?
Yıl: 1924’tür. Türkiye Cumhuriyeti kurulalı henüz bir yıl olmuştur. Peki, bu zat, “Ustamızın Ölümü” şiirinde ne demektedir?..
“…Yalan!/Yalan!/Yalan!/Kemiyetten keyfiyete atlıyan/yığınların rehberi ölmez./Öl-mez,/Ölemez/yüzyılların dönüm yerini en önde geçen adam./Fırtınalarda feneri ilk önce seçen adam/nasıl yumar/ebediyen gözlerini?/Yalan!/Yalan! Yalan!/Yalan söylüyorsun ulan,/ebediyen duymamak olur mu hiç/Lenin’in sözlerini?”
1928’de, bakınız, Çocuklarımıza Öğüt’de neler söylüyor: “Hakkındır yaramazlık,/Dik duvarlara tırman,/yüksek ağaçlara çık…/Usta bir kaptan gibi kullansın elin/yerde yıldırım gibi giden bisikletini…/Ve din dersleri hocasının resmini yapan/kurşun kaleminle yık/Mızraklı ilmihalin/yeşil sarıklı iskeletini…/Sen kendi cennetini/kara toprağın üstünde kur./Coğrafya kitabıyla sustur,/seni “Hilkatı Ademle” aldatanı…/Sen sade toprağı tanı,/toprağa inan/Ayırtetme öz anandan/toprak ananı./Toprağı sev/anan kadar”.
Ana demişken, evlilik hayatında kadına verdiği ‘değersizliği de’ görmek gerekir: 1935’te Piraye Altınoğlu’yla evlenir. 1951’de ondan ayrılır. Dayısının kızı Münevver Hanım’la evlenir. Aftan faydalanıp hapisten çıktığı hâlde, hiçbir sebep yokken, Münevver Hanım’ı ve oğlu Mehmet’i üç aylıkken bırakarak, tekrar, Rusya’ya kaçar.
Yakın arkadaşı Zekeriya Sertel’in yazdığına göre, birkaç yıl sonra, 28 yaşında evli bir kadın olan Vera (Tulyakova) ile evlenmek ister. Vera’nın kocası, Vera ve Nâzım, yaptıkları anlaşmaya göre; Vera, istediği zaman eski kocasının yanına gidecek; istediği zaman da Nâzım’ın yanına gelecekti. Yâni, müşterek!..Sonrasını söylemeye gerek yoktur!..Zekeriya Sertel böyle yazıyor!..
Nâzım, bir şiirinde, karısı Münevver hanıma şöyle hitap ediyordu: “Sevgilim dayı kızım, Memedimin anası/dedelerimizden biri-1848 Polonya muhaciri/…Lehistandan gelmiş dedelerimizden biri/Gözlerinde karanlığı/yenilginin/Saçları al kana boyalı./Uykusuz geceleri/Borjenski’nin/Benimkilerine benzer olmalı.”
1951 yılında, karısını ve üç aylık çocuğunu bırakarak Rusya’ya kaçan Nazım, Moskova Hava Alanı’na indiği zaman, Moskova toprağını öperek: “Beni Stalin yarattı! Asıl vatanıma geldim!” diye nâra attığından söz etmiştim.
Yine, yukarda da ifade ettiğimim gibi; 5 Mart 1955’te, Stalin’in ölüm yıldönümü münâsebetiyle , Budapeşte Radyosu’nda okuduğu şiiri, onun, hangi mecrâda olduğunu ispata kâfi değil midir?
Bu kadar ‘S(ı)talin-sever’ olmasına rağmen, onun ölümünden sonra işbaşına geçen Nikita Kruşçev’in talebi/talimatı/emri doğrultusunda, “Taştandı, tunçtandı, kâğıttandı iki santimden/Yedi metreye kadar/Taştan, tunçtan, alçıdan ve kâğıttan çizmeleri dibindeydik/Şehrin bütün meydanlarında..”
Diye başlayan şiiriyle(!), bir zamanlar “Beni Stalin yarattı” dediği zatı yerin dibine batırmaya çalışıyordu. Arzu edenlerin, bu şiirin (!) tamamını, yaygınağdan (internetten) okumaları mümkündür.
Dahası, birilerinin övmekle bitiremediği Kuva-yı Milliye Destanı’ndan sâdece’iğrenç’ bir örnek sunacağım:
Bakınız, orada, şanlı Antep müdafaasının yiğitlerinden biri olan “Karayılan” hakkında ne saçmalıklar yazıyor:
“Karayılan/Karayılan olmadan/ Antep köylerinde ırgattı”.
Böyle diyor. Ben de, soruyorum: ırgatlık, işçilik, amelelik, kötü bir şey midir?
Kaldı ki; Karayılan’ın babası Mahmud Efendi, kendisi , 16 yaşındayken Ermeni çeteciler tarafından şehit edilmiş, onun yerine, aşiretin başına Karayılan geçmiştir.
Ve yine diyor ki: “Yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi/ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar”.
Kim? “Karayılan” öyle mi? Yoksa, Lenin ve Stalin’in ayaklarına kapanan mı “bir tarla sıçanı gibi ve bir tarla sıçanı kadar korkaktı”, söyler misiniz?
Başka?
Diyor ki: “Gavurlar Antepe girince/Antepliler onu/Korkusunu saklayan/Bir fıstık ağacından/alıp indirdiler”.
Bir defa, bu yazılanların, bırakınız şiirden nasipsiz olduğunu, Türkçe’nin güzelliğine yakışması da mümkün değildir. Bunlar; alelâde satırlar ve basit ifadelerdir. Bir diğer husus ise, bu sözler, bir Türk yiğidine yapılmış en büyük iftiradır.
Çünkü; KARAYILAN, -bütün kayıtlarda- 1888’de Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesi Höcüklü Köyünde doğmuştur ve asıl adı Mehmet’tir.
Dediğim gibi; KARAYILAN’ın babası , 1904 yılında, Ermeni çeteleri tarafından şehit edilmiş bir kahramandır.
KARAYILAN, Birinci Dünya Harbi’nde, Kâzım Karabekir Paşa’nın ordusunda, Sarıkamış’ta, Ruslara karşı savaşmış bir yiğittir. Savaştan sonra köyüne dönmüş ve katıldığı millî mücâdelede, arkadaşlarıyla birlikte Fransızlara ağır darbeler vurmuştur. 24 Mayıs 1920 tarihinde ise, bir çatışma sonunda şehit olmuştur.
KARAYILAN’ın, Ruslara ve Fransızlara karşı vatanını korumak için yaralandığı ve 32 yaşında iken, vatanı, bayrağı, nâmûsu ve dini için canını fedâ ettiği sıralarda, O’nu, “bir tarla sıçanı”na benzeten zat, Rusya’ya kaçma hayâlleri kuruyordu ve kaçtı..
Sonuç: “Kim, bir kavme benzerse, ondan olur” ve “Kişi, sevdiğiyle berâberdir”.
O hâlde;
Millî Mücâdele’nin Başkomutanı ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mareşal Gaazi Mustafa Kemal ; onun için, her zaman “Burjuva Kemal” olarak kalmıştır. Kat’iyyen geri adım atmamıştır.
Türk milleti, onun için yoktur. Hattâ; Türk milletiyle, târihî olarak hiçbir sosyo-kültürel bağı mevcut değildir.
Çünkü, hangi milliyete veya kültür dairesine âit bulunduğunu ve soyadının “Borzecki” olduğunu Münevver hanıma beyan etmiştir.
Dînî bakımından her şey apaçık ortadadır: Marx, Engels, Lenin, Stalin çizgisinden hiç ayrılmadı.
Onu; Mustafa Kemal Atatürk’le yanyana getirerek anmak; câmi açılışında onun şiirini okumak, tamamen bilmezliğin veya başka siyâsî maksatların tavrı olabilir. Herkes, birini beğenmekte serbesttir. Ancak; yukarda arzettiğim iki hadîs-i şerifi de unutmadan!..
Bir insan, hem “Atatürkçü” ve hem de, “Leninci, Stalinci, Marxçı, Engelsçi…” olan birinin peşinden nasıl gidebilir?
Kaldı ki; Türkçe yazması hâriç, hiçbir döneminde, sosyolojik olarak da, ‘Türk kültür dâiresi’yle hiçbir irtibatı mevcut değildir.
Kullandığı Türkçe ise, çok mu çok zayıftır. Şâyet; başta isimlerini sunduğum Türkçe’nin iki müstesnâ ismi bir yana; Karacaoğlan, Dadaloğlu, Yahya Kemal, Mehmet Âkif, Fazıl Hüsnü, Yusuf Ziya Ortaç, Ârif Nihat Asya, Basri Gocul, Âşık Veysel, Mehmet Çınarlı, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Orhan Seyfi Orhon, Orhan Şâik Gökyay, Feyzi Halıcı ve daha nice usta ve üstâd şâirler bilinmezse, bu bozuk Türkçe kullanılışıyla avunanlar olur!..
Zâten; “Cevap-1” adlı şiirinde: ”...Ben asaletten anlamam./Şapka çıkarmam konuştuğum dile,/düşmanıyım asaletin/kelimelerde bile” diyen bir zihniyetin, Türkçe’ye dost olması da beklenemez. Demek ki, Türkçe, onun için sâdece bir vasıtadır!..
Son bir not ilâve edeyim:
“Muzaffer Özdağ’ın Göreve Çağrı kitabının sonunda, Nâzım Hikmet’in Sovyet Rusya Lideri Nikita Kuruşçev’e 1961’de, yazdığı çok ibretli bir mektubu var da var. Kızıl şâirin yaltaklanması şöyle:
“Saygıdeğer Nikita Sergeyeviç
19 yaşından beri, yalnızca kalbim ve kafamla değil, geçmişimle de Sovyetler Birliği’ne bağlıyım. Bolşevik Partisi’ne ilk olarak 1923 yılında üye oldum. Ardından, 1924 yılında yine Moskova’da, 1925 yılı başında Türkiye’de Komünist Partisi (TKP) üyesi oldum. Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ni bitirdim. Ve parti işleri için Türkiye’ye gittim. 1925 yılı sonunda, Ankara’da yeraltı çalışmaları gösterdiğim için gıyaben 15 yıl hapis cezası yedim. Sonra yine Moskova’ya döndüm. 1928’de Türkiye’de parti işleriyle uğraştım. Toplam 17 yıl cezaevinde kaldım. Başta Sovyet halkı olmak üzere, ilerici insanların mücâdelesi sonucu, cezâvevinden çıkarıydım. Ben, sayılı komünist şâirlerdenim. Çok mutluyum. Artık 10 yıldır Moskova’da yaşıyorum. Âilemle de yanımda. Bütün Sovyet halkı gibi, buradaki hayâta alıştım. Saygıdeğer Nikita Sergeyeviç! Yardım edin. Ben Sovyet vatandaşı olmak istiyorum!
En iyi dileklerimle. Nâzım Hikmet” (Bknz. Yavuz Bülent Bâkiler, Göreve Çağrı, Türkiye Gazetesi, 23 Kasım 1996)
“19 yaşından beri” yâni 1921 yılından beri…Yâni; bu zaman, Mustafa Kemal’in, Maarif Kongresi’ni topladığı ve onun gibi, eli silâh tutamayanları askerlikten muaf tutarak ‘muallimlik’ görevi vermesine rağmen, onların, Rusya’yı tercih ederek oraya kaçtığı zamandır!..
Türkiye’de Cumhuriyet ilân edilirken, o, Mareşal Mustafa Kemal’in kurduğu Halk Fırkası (1923)’na/Cumhuriyet Halk Partisi’ne değil de, “Bolşevik Partisi’ne ilk olarak 1923 yılında üye ol”MUŞ!..
Demek ki, kendi ifadesiyle; ara vermeden, “yalnızca kalbi ve kafasıyla değil, geçmişiyle de Sovyetler Birliği’ne bağlıdır”.
Geriye ne kaldı?
Herzog’un ise; öyle anlaşılıyor ki, sözünü ettiği “onun İnsanlık ve barışa özlem dolu eserlerinden ” ifadesi ile, Marksizmin, Leninizmin, S(ı)talinizmin ve tabiî ki, dünyadaki bütün kapitalist-emperyalist-faşist-komünist sömürgeci güçlerin nasıl uyuştuğunu anlaması ve Myanmar’da, Kâbil’de, Sibirya’da, Doğu Türkistan’da, Bağdat’ta, Bosna’da, Berlin’de, Filistin’de, Kırım’da, Hiroşima’da, Kiev’de, çocukların, kadınların ve silâhsız mazlumların nasıl katledildiklerini idrâk etmesi için, çok daha zamana ihtiyacı olacağını düşünüyorum!!!