Tabiat; “en güzel biçimde” ve “en şerefli olarak yaratılan” insanoğluna, Allah ü Teâlâ tarafından bahşedilen en büyük ikrâm ve en büyük nimettir. Öyleyse, insan, teşekkür için, bu ikrâm ve bu nimetin korunmasıyla kendini mes’ul saymalıdır.
Bu yazımda, Yalova’ya yaptığım bir seyahatteki intibalarımı nakletmek istiyorum.
1972-1973 yıllarında, iki sene, Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümü’nde Öğretmen ve Bölüm Şefi (Başkanı) olarak görev yaptım. Diyarbakır Eğitim Enstitüsü 1971-1976 Mezunları, ilki, 2010 yılında olmak üzere, 2019 yılına kadar, fasılasız, tam on bir defa, Türkiye’nin belli yerlerinde ‘hasret giderme toplantısı’ yapıp, geçmiş günleri yâd etmişler, ancak koronavirüs salgını dolayısiyle 2020 ve 2021 yıllarında bu buluşmalara ara vermek zorunda kalmışlardı.
“Hasret giderme toplantısı” tâbiri bana aittir. Aslında; bu, geçmiş günleri/yılları anarak bir tâzelenme arzusundan başka bir şey de değildir.
Salgının normallleşmeye başlamasıyla, bu sene/2022 yılında, onikinci buluşma, Yalova’da Thermalium Otel’de gerçekleştirildi ve dört gün sürdü. Şüphesiz ki, ben de, bu buluşmaya katıldım ve bu süre içersinde, çevrede, bâzı müşahede ve tespitlerim oldu.
Yurdun her yerinde büyük hizmetler veren, yaşları yetmişe dayanmış, torun sahibi olmuş bu insanlar, bu buluşmalarda, şüphesiz ki, sâdece eski günlerdeki hâtıraları canlandırmakla ve dinlenmekle kalmıyor; günümüz Türkiye’sinin, Türk dünyasının ve dünyanın da mes’eleleri hakkında istişârî sohbetler yapıyorlar.
Başlık olarak ele aldığım hususu ifade edebilmem için, bu bilgileri vermem gerekiyordu. Tabiat; saf hâliyle/el değmemiş vaziyetiyle en mükemmel ve estetik bakımdan da en güzel hâlini yaşar. El değmeye başlanınca; niyetlere ve tarzlara göre değişmeler ve –ne kadar düzeltiyoruz desek veya dense de-bozulmalara sebebiyet veriliyor. Muhakkaktır ki, kastî yapılanlar, ihânetin taa kendisidir.
İhtiras ve menfaat, işin içine girince, bir bakarız ki, her şey tepetaklak altüst olmuş!..
“Thermelium Oteli”; Yalova’nın Termal ilçesinde, cennet misâli târîf edebileceğim bir mekân içersine inşâ edilmiş. Hangi cephesinden bakansanız bakınız, Cenab-ı Allah’ın kudretinin mükemmelliğine şâhit olur ve ona dokunmanın, onu zedelemenin endişesini yaşarsınız.
Ağaç/yeşillik, rengârenk çiçekler; aynı çizgide, masmavi denizle birleşen masmavi bir gökyüzü, gök ve yaprak rengi karışımı bir gölet ve sımsıcacık sularıyla sevimli Termal ilçesinin sevimli çehresiyle “Thermalium Oteli” iç içe bulunuyor.
Başlıkta sözünün ettiğim “tabiat” ise, mükemmel üstü mükemmel!..Başta, ıhlamur, kestane, meşe ve gürgen olmak üzere, çam, çınar ve her tür meyva çeşidinin bulunduğu göz alabildiğine yeşilin her tonunun mevcut olduğu ormanlar!..
Sudüşen Şelalesi, Yürüyen Köşk, Çınarlı Yol, Büyük ve Küçük Dipsiz Göl, Delmece Yaylası, Erikli Çifte Şelale ve TBMM Millî Saraylar İdaresi Başkanlığı’na bağlı olarak hizmet veren Termal Atatürk Köşkü, ziyâret mekânlarından sâdece birkaçı!..Bunların her biri, birbirinin fevkinde manzaraları ihtiva eden, göreni gıptayla seyrettiren, imrendiren apayrı tabiî bir âhenge sahip!..
Bu güzellikler içersinde hizmet vermek için gayret sarfeden “Thermalium Oteli”, koronavirüsle mücâdelede döneminde kapalı olduğu iki senelik sürede bir hayli sarsıntı geçirmiş ve maalesef devam ettiği söyleniyor. Niçin??? Yazık, günah değil mi?
İşte; mevzu bu noktaya gelmişken, “tabiat”, “kültür” ve “turizm” diyorum.
01 Aralık 2020 tarihinde wwwkapsamhaber. com’da yazdığım ‘Kültür-Turizm-Ticâret’ başlıklı makalemde şöyle demişim:
“F(ı)ransızca bir kelime olan turizm (tourisme); yine bir F(ı)ransızca kelime olan bir turist (touriste)’in, şu veya bu sebeple gezip görmek, incelemek için yaptığı gezi veya seyyahattir.
Gezilip görülen veya incelenen bu mekân, bir tabiî manzara, bir yalıyar, bir vâdi, nehir, bir yayla, veya bir mağara yâni bir tabiat unsuru olabileceği gibi; insan eliyle inşâ edilen bir ibâdethâne, bir çeşme, bir han, bir sur veya târihî herhangi bir yapı da olabilir.
Bunların bâzıları, doğrudan doğruya paralı olabileceği gibi, karşılıksız/parasız ziyâretlerle de olabilir. Düşünmek lâzımdır ki, tabiî ve târihî her kültürel değerimizi, mutlak surette korumamız gerekir. Bu sebeple de, bunları, illâ da, bir mâlîyet karşılığında teşhir etmemiz gerekmez.
Kanaatimce, turizm’e yakışan yer, kültür’ün değil; ticâret’in yanıdır. Seyyahatlerin/gezilerin içinde elbette ki, târihî eserler de bulunacaktır. Onlarsız zâten olmaz. Onları, ‘anayapı’nın dışında tutmak da aslâ mümkün değildir. Bir vâdi, bir koy, bir ada vs. gezilecektir. Bunlardan, târihî eserleri/târihî kültür varlıklarını tecrit etmek mümkün olabilir mi?”
Demek ki, insan eli, hayırlı ve güzel işlere uzanınca/uzatılınca ortaya başka güzellikler de çıkıyor/çıkabiliyor. İşi, sâdece, “turizm” eşittir “para” veya “ticâret” idrakiyle yürütmeye kalkışırsak yanılırız. Bundan da, tabiat, hâliyle, insanlık zarar görür/görmektedir.
Biz, maalesef, bunu idrâkten çok uzağız. Ne tabiatı bozmadan kültürü inşâ edebiliyoruz, ne kültürü hakkıyla millî bir şuûr olarak idrâk edip insanlığın hizmetine sunabiliyoruz!..Yapılan pek çok “tamirat” bile, aslına uygun değil!..
Yukarıda sözünü ettiğim “Atatürk Köşkü” de, hem köşk ve içindeki değerler bakımında, hem de çevresindeki park, hamamlar ve târihî birikimler bakımından o kadar değerli ve albenili ki, insan, bir an olsun seyirden geri durmak istemiyor.
Yalnız bir şey var ki; Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından 15.5.1983 tarih ve 14971 sayılı kararla “Korunması Gerekli Kültür Varlığı” olarak tescil edilen Atatürk Köşkü’nün girişinde, duvarı boydan boya kaplayan bir tablo, şahsen, kanımı dondurmuştur.
Söylenene göre, köşk, 1929 yılında inşâ edilmiş; ve “kurşunlu banyo ve kadınlar” diye anılan tablo ise, 1930 yılında Nurettin Niyazi adlı bir şahıs tarafından yapılmıştır.
Böyle bir tablonun kim tarafından ve nasıl buraya konduğu hususunda hiçbir bilgi temin edemedim. Aslında, nezdimde, buna hiç de gerek yoktur. Esas olan, o tablonun kendisidir.
Şunu söylemeliyim ki, bu tablo,Türk kadınını değil, san’at denilerek hiçbir kadını temsil edemez/ etmemelidir. Bunun; Türk ahlâkıyla, Türk töresiyle, Türk an’anesiyle, Türk ruhuyla, Türk târihiyle ve Türk’ün geleceğe dâir ülküleriyle hiçbir noktada müşterekliği olmadığı gibi, tamamen zıddıyla kaimdir.
Hiçbir aklı selîm sâhibi kimse, böyle bir tablo karşısında, yüzü kızarmadan duramaz. Ne yazık ki; elli sene evvelki, torun sahibi olmuş, yaşı yetmişlere dayanmış kadın-erkek, üniversite bitirmiş öğrencilerimle bu hâli birlikte yaşadık.
Daha da fecîsiyle karşılaştık!..Dahası mı? Diyebilirsiniz. Evet, dahası!..
Bizim, ziyâretimiz esnâsında, kızlı-erkekli ortaokul çağındaki çocuklarımız da, anadan üryan bu kadın resimlerinin bulunduğu tablo karşısında dikilmiş,–eminim ki,-ter dökmüşlerdir. Tabiî ki, o mâsûm çocukları, büyükleri denilenler bu ‘hâl’ ile karşı karşıya getirmişler ve herhâlde, bunu da, ne adına yaptıklarını bile bilmiyorlar. Yine yazık!!!
Şunu söyleyeyim ki; hangi san’atın temsilcisi olursanız olun, bundan hicap duymadan edemezsiniz/etmemelisiniz!..
Gazi Mustafa Kemal (henüz, Atatürk soyadını almamıştı); 1922 yılında, “Yetişecek çocuklarınıza ve gençlerinize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine, millî an’anelerine düşman olan bütün unsurlarla mücâdele etmek lüzumu öğretilmelidir.”
Derken; en azından “millî an’ane” bahsinde, bu tablonun yerinin nerede bulunduğunu öğrenmek isteriz!..
Ve yine, Atatürk, 1925 yılında: “Ey kahraman Türk kadını, sen omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın.
(…) Dünyada hiçbir milletin kadını, “Ben, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim” diyemez!
(…) Kadınlık meselesinde dış görünüş ve kıyafet ikinci derecededir. Asıl mücâdele sahası kadınlarımız için görünüş ve kıyafette muvaffakiyetten ziyade, asıl muzaffer olması lâzımgelen sahada nurla, irfanla, gerçek faziletle süslenmek ve cihazlanmaktadır.”
Derken, ne demek istediğinin bize gösterilmesini, ispat edilmesini isteriz.
Dînî inancımız, millî hassasiyetlerimiz, bize, bunu emreder!..
Bilinmelidir ki; Allah’ın emâneti tabiatı israf etmeden, millî kültür değerlerimizi başımıza tacı yaparak alacağımız her mesâfe, inanınız ki, her şeyi ‘para’ gören her türlü tavır ve faaliyetten fersah fersah üstüntür.
Son söz:
“Nezâket, sevgi, hürmet, bunlar yoksa câhilsin;
Fazîlet mektebinde okumayan ne bilsin!” (Mektep/M.H.K.)