Şâir ve Yazar Yavuz Bülent Bâkiler, “Azerbaycan Yüreğimde Şahdamardır” adlı eserinde, “Bahtiyar Vahabzâde Denilince” başlığıyla yazdığı makalesinde şöyle diyor:
“Mehmed Emin Yurdakul’un bir beyti, bana hep Bahtiyar Vahabzâde’yi hatırlatıyor.
“Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir!”
Bahtiyar Vahabzâde, fikir ve san’at dünyamıza girdiği günden beri, hep Azerbaycan için haykıran soylu şâirlerimizden biri oldu.
(…)Onun ilim adamlığı yanında, san’atkâr ruhu da, dünkü ve bugünkü Azerbaycan’a aydınlık ufuklar çizdi. Azerbaycan Türkleri, onu şâir olarak da, bir fikir adamı olarak da, Azerbaycan milletvekili olarak da alkışladılar.
Bizim Mehmed Âkif’imiz, Yahya Kemal’imiz, Necip Fâzıl’ımız ne ise, Azerbaycan’ın Bahtiyar Vahabzâde’si de odur. Bu bakımdan yeni Azerbaycan Cumhuriyeti’nin doğmasında, onun şiir ve nesir dünyasından kopup gelen güzelliklerinin de, aydınlıkların da önemli bir yeri var.
(…) Azerbaycan’a ikinci gidişimde, Hazar Denizi’nin kıyısına uzanan bir parka doğru onunla birlikte yürüdük. O zaman, halkın Vahabzâde’yi ne kadar çok sevdiğine şahit oldum. Azerbaycan Türkçesi’nde “muallim” kelimesi, “öğretmenim, hocam, efendim” karşılığında kullanılıyor. Yanımızdan yöremizden geçen kişilerin, önümüzü keserek söyledikleri yürek sözleri hâlâ kulağımdadır:
-“Bahtiyar muallim sen bizim şerefimizsin!”
-“Bahtiyar muallimsen bizim gururumuzsun!”
-“Bahtiyar muallim sen bizim kanımızsın!...” (Bknz. Yavuz Bülent Bâkiler, Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2009, Sf. 248-249)
Benzer durumla, bundan birkaç sene kadar önce gittiğim Batum’da, ben de, karşılaştım. Dönüş için gümrüğe girecektik. Bu sırada, Türkiye tarafından iki otobüs geldi ve yanıbaşımızda durdu. Hepsi de çok cevval çocuklardı ve Türkçe konuşuyorlardı. Ortaokulluydular.
Yanlarına yaklaşıp, nereden geliyorsunuz? Diye sordum.
Hepsi bir ağızdan:
“-Türkiye’den!” diye cevap verdiler. Kıpır kıpırdılar, yerlerinde duramıyorlardı. Ancak, ben sorunca, ilgilendiler.
-Türkiye’ye niçin gittiniz?
-S(ı)por müsabakası vardı?
-Şimdi nereye gidiyorsunuz?
-Azebaycan’a…Bakü’ye!..
-Peki, Bahtiyar Vahabzâde’yi tanıyor musunuz?
Hepsi bir ağızdan:
-Siz, onu nereden tanıyorsunuz? Deyip, âdeta kükrediler. Böyle, bir sevinç, az görülebilir bir andı. Bir ülkenin bu yaştaki çocuklarının, Vahabzâde’yi tanıması bir yana, O’nu, bu derecede sevmeleri takdire şâyan ve çok memnuniyet vericiydi.
İçlerinden biri:
-Siz de, ona çok benziyorsunuz, deyip, boynuma sarıldı, etrafımı sardılar ve fotoğraf çekilip, kısa da olsa, Bahtiyar Vahabzâde sohbeti yaptık.
“Bahtiyar Muallim”, gelecek nesillere ışık tutmaya hâlâ devam ediyordu ve görünen odur ki, daha çok zaman, edecektir!..
Bahtiyar Vahabzâde’yle son telefon konuşmamız, 16 Ocak 2006 pazartesi günü oldu. Oldukça rahatsızdı. Kendisine:
- “Bir arzunuz var mı Türkiye’den? Bir emriniz olur mu bizlere?” diye sorduğumda, şu cevabı vermişti:
- “Benim senden bir ricam var: Bütün danışlara, bütün dostlara…Benden, bütün Türkiye’ye selâm edin. Hepinizi çok seviyorum. Sağolun!”
Bir daha görüşmemiz mümkün olmadı. Nihâyet, 13 Şubat 2009’da, bundan ondört sene önce Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Bahtiyar Vahabzâde’nin en çok önem verdiği şey, Türkçe’ydi. O’nunla, ilki, 23-25 Ekim 1992 tarihleri arasında, Ankara’da toplanan Türk Dünyası Yazarlar Kurultayı’nda tanışmıştım. Ondan sonra, mektuplaşmalarımız olmuş ve bunları, “Bahtiyar Vahabzâde’den Mektuplar (Bknz. Toşayad Kümbet Dergisi, Sayı:44, Nisan-Mayıs-Haziran 2017, Sf. 4-10) başlığıyla yayınlamıştım.
Vahabzâde, bu kurultayda yaptığı konuşmasında, ağırlıklı olarak Türkçe’nin durumundan söz etti ve büyük bir sitemle, şöyle dedi:
“Biz, bütün bu zulüm ve çile rejimine (komünizmi kastediyor), diktanın getirdiği alfabe değişikliğine rağmen, dilimizden kopmadık. Ama şimdi ben sizden soruyorum: Hür, müstakil bayrağı göklerde dalgalanan Türkiye Türkleri olarak siz, nasıl koptunuz güzelim Türkçe’den? Uydurukçanın sizi bizden ayırmasına nasıl müsaade ettiniz? “Eser”i, “kitap”ı atıp nasıl “yapıt”laştırdınız? Niye fakirleştirdiniz Türkçemizi?” (Bknz. M. Halistin Kukul, Ortadoğu Gazetesi, 14 Kasım 1992, Sf. 10; Türk Edebiyatı Dergisi, Aralık 1992, Sf. 42)
“Ana Dili” başlıklı şiirinde şöyle der:
“Dil açanda ilk defa “ana” söylüyoruz biz,
“Ana dili” adlanır bizim ilk dersliğimiz.
İlk şarkımız ninniyi anamız öz sütüyle
İçirir ruhumuza bu dilde gile gile.
Bu dil, bizim ruhumuz, aşkımız canımızdır,
Bu dil, birbirimize ahd-ü peymanımızdır.
Bu dil, tanıtmış bize bu dünyada her şeyi,
Bu dil, ecdadımızın bize miras verdiği
Kıymetli hazinedir…onu gözlerimiz tek
Koruyup, nesillere biz de hediye edek.”
(Gile gile=Damla damla; Ahd-ü Peyman=Yemin; Edek= Edelim)
Bahtiyar Vahabzâde; Türk Dünyâsı’nın yüksek milî şuûra sahip bir ilim adamı ve şâiri’dir.
Bütün arzusu, sâdece Azerbaycan’ın veya Türkiye’nin yükselişi değil, topyekûn Türk Dünyası’nın birlik olup ayağa kalkmasıdır.
Onun, “Hakkı Yok” şiirindeki nasihatini hiçbir Türk evlâdı unutmamalı ve bilhassa yeni Türk nesilleri, onu, Kür Şad emelince gönüllerine işlemelidirler:
“Yad elinde çiğnenirken şeref, şan,
Türk’ün Türk’e adâvete hakkı yok!
Her işimiz başlanırken sıfırdan,
Türk’ün Türk’e adâvete hakkı yok!
….
Ne çok imiş bu toprağa göz diken
Baka baka gözümüze mil çeken.
Düşmanımız dostumuzdan çok iken,
Türk’ün Türk’e adâvete hakkı yok!
Sinesini yarmalıyız zulmetin
Bu amaca gittiğimiz yol çetin.
Her gün nice şehit veren milletin
Birbiriyle adâvete hakkı yok!..”
Son sözü; O’na rahmet dileyerek, yine büyük Şâirimize bırakıyorum:
“Milletçi olmadan, müstagil ve azad olabilmek mümkün değildir. Bunu heç yadınızdan çıkarmayın!”