Tesâdüf bu ya, aynı mahallede oturan ancak birbirini uzaktan tanıyan üç kişi, günlerden bir gün t(ı)ramvayda karşılaşırlar.
Aslında, herkes, Mülâyim’i iyi tanır da, çok defa, onu tanımazlıktan gelir!..
Hattâ, içten pazarlıklı, sinsi, fesat ve kurnaz bir yapıya sâhip olanlar, onun gibileri anlamakta zorluk bile çekerler.
Bu zatlar, özlerinin dışında, adamına göre, öylesine bir nezâket, letâfet, hoşgörü ve tevâzû albenisinde bulunurlar ki, şaşar kalırsınız!..
İşte...
Kan-ter içinde, beli bükülmüş, âdeta kamburu çıkmış ve aksayan bacağını da çekeleye çekeleye bitkin bir vaziyette, günün bütün yorgunluğuyla kendini t(ı)ramvayın koltuğuna bıraktı Mülâyim...
Önce, bir-iki derin nefes aldı...Sonra, kendi kendine, “Çok şükür ya Rabbi!” dedi, “Bu günü de kazasız- belâsız atlattım, şükür!”
Yorgunluğu bir yana, huzuru yüzünden okunuyordu!..
Çok geçmedi kalabalık birikti ve tam önünde bir hanım dikiliverdi. Bahsettiğim gibi, onunla, mahalleden, göz âşinâlıkları vardı...Bir hanıma, bir ihtiyara, bir ihtiyaç sâhibine yer vermenin bütün inceliklerini bilirdi, Mülâyim...
Oturduğu koltuktan kuvvet alıp ayağa kalkmaya çalışırken, “Buyrun, hanımefendi!” dedi ve zar-zor diklenebildi.
Bir ân, hanımla, gözgöze geldi.
Adâlet Hanım, burnunu tutarak, tiksinir bir tavırla, bir “Öff!” çekti.
Mülâyim, utandı. Yüzü kızardı. Sustu. Alnında biriken terini sildi. Bir askıya tutundu.
Adâlet Hamın, Mülâyim’i bir omuz silkinişiyle saf dışı bırakıp, onun ikrâm ettiği koltuğa bir ‘hak’ olarak oturdu.
İç âlemindeki sinsi tavrın yüksek perdeli edâsıyla, Mülâyim’e bir göz atarak: “Günahın benim olsun, senin bu hâlde bulunmanda benim hiçbir mes’uliyetim yoktur!” dedi kendi kendine...
Çelişkili bir iç muhasebeydi bu!..
Kibir; bütün yolların çıkmazıdır!..
Ancak; bütün kapıların kendisine açık olduğunu sanan Adâlet Hanım, Mülâyim’e, bir teşekkür bile etmedi.
“Modernitenin bir gereğidir bu!” diye düşündü Mülâyim... İçinden, “Olabilir!” diye geçirdi. Ne de olsa, saf, art niyetsiz Anadolu çocuğuydu...Sezgileri yüksekti...Çocuk dediysem de, değildi elbette!..O da, en az Adâlet Hanım’a akran sayılırdı. Tabiî ki, onun gibi bakımlı olmadığı için, daha yaşlı görünüyordu.
Derken...
Bir adam daha beliriverdi Mülâyim’in yanıbaşında... T(ı)ramvay bu, gireni çıkanı, ineni bineni çok olur!..Dalgın Mülâyim, ister istemez, ona tebessüm etti.
Adam:
-Beni nereden tanıyorsun? dedi, küçümser bir tavırla.
Mülâyim; terini silerken, yine utandı, yine sustu ve cevap veremedi. “Zaman zaman, seni, mahallede dolaşırken görüyordum” diyemedi.
Adâlet Hanım, bu adamı tanımıştı ki, ona yer vermeye çalışarak:
-Buyrun Vicdân Bey, dedi. Ayakta kalmayınız. Lütfen, az sıkıştık mı siz de oturmuş olursunuz!
Vicdân Bey, büyük bir nezâketle, Adâlet Hanım’a teşekkür edip ayakta kalmayı tercih etti fakat yanıbaşındaki adamdan rahatsızdı. Mülâyim’e döndü ve kaba bir şekilde:
-Ne kadar pis kokuyorsun, dedi.
Mülâyim, yine utandı. Yine sustu. Yine cevap vermedi.
Vicdân Bey, Mülâyim’in yakasını bırakacağa benzemiyordu. Dedi ki:
-Bu hâlde burada bulunman başkalarına eziyettir. Hattâ günahtır!.
Mülâyim, bu söz üzerine sanki bütün yorgunluğundan silkinmiş bir vaziyette:
-Herkesin günahı kendine! Dedi. Benim, senden ne talebim olabilir ki, yanımda dikilmiş ahkâm kesip duruyorsun?
Bu cümleye kulak misafiri olan Adâlet Hanım, hemen, Vicdân Bey’i sâhiplendi:
-Sen, ne çok bilmiş bir adammışsın be! Dedi, Mülâyim’e...
Ve ardından, nerede bulunduğunun şuûrsuzluğuyla alaycı bir edâyla:
-Be adam, dedi, bu beyefendi, sana yanlış bir şey mi dedi ki, sen ona, “Herkesin günahı kendine!” diyorsun. Bir de, ”talepten” bahsediyorsun?
Mülâyim; cevabın zorluğundan değil, bir hanıma nezâketsizlik olacağını düşünerek sessiz kaldı.
Burası hem yeri değildi, hem de huzura ve sükûnete ihtiyacı vardı... Yine sustu!..
Adâlet Hanım, sırıtarak ve Vicdân Bey’e nazlanarak:
-Vicdân Bey, dedi, bu âciz, bu zavallı, bu sefîl yaratıklar konuşurlar, sonra da tırsar kalırlar..Câhillik böyle bir şey olmalı!..
Mülâyim, anladı ki, bu ikili, birbirlerini çok iyi tanıyor, kendini belâdan sakınmak istedi.
“Bana, arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!” sözü çok doğruymuş, diye düşündü.
Vicdân Bey, vicdânları kör eden bir hâl ile, k(ı)ravatını düzeltirken, Adâlet Hanım’ın havasına kapılarak Mülâyim’e biraz daha yüklendi:
-Âciz ki, ne âciz! Dedi. Hem de haddini bilmez!..Bir de bu kıyafetle t(ı)ramvaya biniyor!..
-.....
Mülâyim, kalabalığı yararak yanlarından uzaklaşmak istedi ammâ mümkün olmadı.
İki yanağından birer damla yaş süzülürken, bu defa, ne pahasına olursa olsun konuşmayı tercih etti:
-Ayakta duramaz bu hâlimle sana yerimi verdim, dedi, Adâlet Hanım’a, hangi nezâketsizliğimi, hangi kötülüğümü gördün?
Sonra, yanıbaşında dikilen Vicdân Bey’e, sesini biraz daha yükselterek şunları söyledi:
-Senin gibi adı Vicdân olup da vicdânsız olanların âcizliği kadar bir âcizlik görülmüş müdür? Dedi.
Tekrar, kadına döndü:
-İsmine yazık! Dedi. Birinizin adı “Adâlet”, diğerinizinki “Vicdân!..” Ne, senin adâletten haberin var, ne de senin vicdândan!..
-...
Kaç t(ı)ramvay durağı geçmişlerdi ki, Mülâyim, rahatlamış bir hâlde, aksayan bacağını çekeleye çekeleye evine doğru yol aldı!...