Seyyid Ahmet Arvasî ismini, 1970’li yılların ortalarından îtibâren duyuyordum. O’nu, 12 Eylül 1980 öncesinde, Hergün Gazetesi’ndeki “Türk-İslâm Ülküsü” başlığını taşıyan yazılarından, daha yakından tanıdım. Zaman zaman, ben de, aynı gazetede, kültür, san’at, edebiyat ve eğitime dâir makaleler yayınlıyordum.
O dönemin ve sonrasının sıkıntıları çok hazîn, büyük ve acıdır...Ve şu anda da, bunlardan söz etmenin zamanı değildir.
Daha sonraları, O’nu, Türkiye Gazetesi’nde, “Hasbihal” köşesindeki yazılarından tâkîp etme fırsatım oldu ki, yine, benim de, bu gazetede, uzun zaman, makalelerim, hikâyelerim ve şiirlerim yayınlanlandı.
Şunu hemen söyleyeyim ki, kendileriyle yüzyüze gelip sohbet etmem mümkün olmadı. Yalnız, 1987 yılı Mayıs ayında, Türk Edebiyatı Vakfı tarafından tertip edilen bir yarışmada derece almam münâsebetiyle İstanbul’a gitmiştim. Merasimden sonra Türkiye Gazetesi’ne uğradım. Bâzı arkadaşlarla görüşme imkânı bulmama rağmen, şu anda ismini hatırlayamadığım bir arkadaş, bana, teksir kâğıdına, birer aralıklarla yazmış olduğu, ertesi gün yayınlanacak olan bir sayfalık yazısını da göstererek, Arvasî Hoca’nın rahatsız olduğunu, bugün gelemediğini söylemişti.
S. Ahmet Arvasî; bir sosyolog, bir pedagog, bediîyatçı, ilm-i hâl yazacak derecede üstün İslâmî bilgiye sâhip, bir mütefikkir ve hattâ iyi bir şâirdir. Sâdece son dönemde değil, umûmî Türk tefekkürü içersinde de mühim bir yer işgal eder. Mehmet Âkif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Necip Fâzıl, Peyami Safa, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Dr. Erol Güngör... gibi, Türk gençliğinin önünde devamlı bir rehberdir.
Her türlü mes’eleyi İslâmî ölçüleri esas alarak, Ku’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve İslâm âlimlerinin görüşleri ile, çağın fen sahasındaki gelişmelerini de nazar-ı îtibâre alarak muhâkeme eder, hâl çâreleri arar ve çözüme ulaştırırdı.
Bu yazımda, O’nun, Türk ve İslâm Dünyâsı’na dâir tespitleriyle vardığı netîceler hakkında söz etmek istiyorum. Çünkü; onun eserlerini, çok dikkatli ve hassas bir şekilde okumak ve tahlil etmek gerekir.
Türkiye Gazetesi’nin 8 Temmuz 1986 târihli nüshasında yayınlanan “Müslümanların Sorumlulukları” başlıklı yazısına şu cümlelerle başlar:
“İslâm Dünyası, şu son bir ve birbuçuk asırdan beri, eşi görülmemiş bir zillet ve meskenet dönemi yaşamaktadır. Sayıları, aşağı-yukarı bir milyara yaklaşan ve dünyanın üç kıt’asına yayılan müslümanların durumu, her bakımdan yürekler acısıdır.
Önemli bir kısmı “kızıl emperyalizmin” pençesinde inleyen İslâm Dünyası’nın çok büyük bir kısmı da “kapitalist” ve “siyonist emperyalizmin” gizli-açık tertipleri ile ıstırap çekmektedir.
Evet, İslâm Dünyası’nda umûmî durum budur. Ve hemen belirtelim ki, bu durumun bir numara sorumluları yine bizzat müslümanlardır. Suçu şuna buna yüklemeye ve sorumluluktan kaçmaya gerek yok..”
Arvasî Hoca, yazısına şu soruları sorarak devam eder: “Evet, söyleyin bakalım, İslâm’ı içten vurup tahrip etmeye çalışanlar, sadece yabancı ajanlar mıdır? Yoksa, İslâm’ı “tefrika sahası durumuna” getirmeye çalışan ve getiren “küçük politikacı” mı? İslâm’ı şu veya bu yabancı ideolojinin arkasına bir vagon gibi takmaya özenen “reformcu ve devrimci müslümanlar” (!) mı? Söyler misiniz bana, “Arap sosyalizmi” ne demektir? “Marksist müslümanlık”(!) ne demektir?”
Aradan geçen zamanın muhasebesini yapalım ve bulunduğumuz noktayı bir düşünelim. Ne hâldeyiz? Türkiye ne hâlde, Türk Dünyâsı ne hâlde ve bütünüyle İslâm Âlemi ne vaziyettedir?
Bir birleşme değil, yakınlaşma ümidimiz var mı? Birbirimizi anlayabiliyor muyuz? Anlama/anlaşma zeminlerini araştırdık mı? Yoksa, ecnebîlerin kışkırtmalarıyla, biraz daha menfaat elde edebilmek için, birbirimizin üzerine üzerine mi gidiyoruz?
Bırakınız dış’ı, içte, millî bir mes’ele hakkında, birbirimizle nezâketle konuşmayı becerebiliyor muyuz?
Hiçbir tevâzûnun yer almadığı siyâset lisânı, niçin bu kadar acımasızdır, kırıcıdır hattâ parçalayıcıdır, bilen ve anlayan var mıdır?
S. Ahmet Arvasî, bir gün sonra, yâni 9 Temmuz 1986 târihinde yazdığı ve benim de, son şiir kitabıma ad olarak verdiğim “Uyanmak Zamanı” başlıklı makalesine de şu cümlelerle başlar:
”Dünkü yazımızda İslâm Dünyası’nın “acıklı durumuna” işaret etmiş ve bu durumdan bizzat müslümanların sorumlu olduklarını belirtmiştik. Hiç kimseyi teşhir etmeden yaraya parmak basmıştık.
Evet, düşmanlarımız çoktu..Fakat, bu durum, bizim sorumluluk payımızı yok edemezdi.
(...) Bakınız, bu konuda, üstâd Necip Fâzıl Bey ne diyor: “İşte, bu hâlimizdir ki, düşmanlarımıza bu kuvveti veriyor! Onların değil, müslüman olmayışımızın mahkûmuyuz! Küfür, varlık ve ruh hisarımızı, baştan başa, taş taş yokladıktan sonra, bizi en zayıf bulduğu noktadan vurmak istiyor...Hâlâ mı anlamıyorsunuz?”(Büyük Doğu-Mayıs-1986, Sf:1)”
Şunu unutmamamız gerekir ki, en büyük ‘kuşatılmışlık’, dört bir yandan olan değil, ‘içten’ olandır. Bu durum, âileden başlar, okul ve çevreyle açılır, devlet ile nihâî hâlini alır ki, sinsi sinsi, tabiî ki, zaman zaman da alenî olarak, suyu bulandırır ve çöküşü hazırlar.
Bu bakımdan; uyanık olmanın zamanı yoktur demek zorundayız. Yâni, sanmayınız ki, dolambaçlı bir söz sarfettim; hayır!..Demek istedim ki, dâimâ uyanık olmak mecbûriyetimiz vardır, bütün mes’ele buradadır.
Peki, nedir uyanık olmak?
Uyanık olmak; gaflete dalmamak, ihânete yol açacak durumlardan sakınmaktır!..Yâni, gaflet ve ihânet kapısını dâima kapalı tutmaktır!..Daha ötesi yoktur! Ötesi uçurumdur!..
S. Ahmet Arvasî, makalesini şu ibret verici cümlelerle bitirirken, bize, sâdece târihin verdiği nasihati değil, bu yazının kayda geçirilişinden îtibâren de “uyku hâli”ne son verilmesi ümidini arzu ettiğini ısrarla ifade ederek şöyle diyor:
“Türkoğlu unutmamalıdır ki, en az bin yıldan beri müslümandır, Ashab-ı Kiram’dan sonra, İslâm’a en çok hizmet eden kavim olmak şerefini taşımaktadır.Milâdî 11. asırda Tuğrul Gazi ile birlikte “Sultan-ül Müslimin” ünvanını kazanmış ve Yavuz Sultan Selim Han’dan itibaren de tam dörtyüz yıl “Şanlı Peygamberin Kutlu Vekili” olmakla bereketlenmiştir. Bütün bunların yanında, İslâm Dünyâsı’na binlerce ilim adamı, fikir ve sanat adamı hediye etmiş yüce bir millettir. Dünyanın en büyük kültür ve medeniyetine sahip olan bu millet, aynı zamanda, zengin ve tarihî kitaplıkları ile de göz kamaştırıcıdır.
Asırlarca dünyaya müslümanlığı öğreten Türk Milleti, yine aynı imkânlara sahiptir. Bâzıları, Türk Milletine, yeni ihtida etmiş bir cemiyet gözü ile bakıyor galiba..Ne idüğü belirsiz kimselerin kitaplarını Türk’ün eline tutuşturmak isteyen çevrelere, aziz Türk Gençliği, İslâm’ın ne olduğunu öğretecektir inşallah. Evet bekliyoruz.”
Geçen zaman içersinde, bu söylenenlerde ne kadar başarılı olduk? İşte, S. Ahmet Arvasî’nin nazarı ve idrâkiyle bu muhâkemeyi yapabilmemiz lâzımdır. Kişi ve cemiyet olarak, buna, müspet bir cevap bulduğumuz zaman, her şey yoluna giriyor diye derin bir nefes alabileceğiz.
Bana sorarsanız, henüz, bu nefesi alabilmiş değiliz!..Bunun için; Doğu Türkistan’dan Yemen’e, Kırım’dan Kerkük’e Gazze’ye, Kıbrıs’tan Batı T(ı)rakya’dan Myanmar’a, Musul’a Halep’e , Karabağ’a...hayâlî de olsa, seyyahat yapabilecek ülküye sâhip bir zihin ve gönül gerekir!..