Cumhuriyet’in ilânının 96. yılını kutluyoruz. Bu târih; benim de, yetmiş yedinci Cumhuriyet Bayramı’mdır ki, çocukluk ve gençlik yıllarımda, okula giderken, büyük heyecanlar yaşadığım bayramlarımızdan biridir. Sâdece o zamanlarda değil, her dînî ve millî bayramda olduğu gibi, her yaşımızda, millî birlik şuûrunu bize yaşatan bu günlerde coşar taşardık.
Doğup büyüdüğüm kasaba olan Beşikdüzü’nde, bir gün evvelden bütün dükkânlar şanlı bayrağımızı asar, bütün cadde ve sokaklarda zafer takları kurulur, her taraf Ay-Yıldızlı şanlı bayrağımızla donatılırdı. Cumhuriyet Meydanı’nda davul, zurna ve kemençe eşliğinde horonlar oynanır, köylerden akın akın insanlar bayram coşkusuyla hâllenmek için sâhile-kasabaya inerdi.
Bayram günü ise, bambaşka bir güzellikteydi: Her okulun öğrencileri, kendi öğretmenleriyle birlikte, Cumhuriyet Meydanı’nı doldurur, mülkî âmirler halkı ve öğrencileri selâmlar, alkışlarla konuşmalar yapılır, şiirler okunur ve aynı ciddiyetle herkes işine, okuluna dönerdi.
En çok okunan şiir de, Orhan Şaik Gökyay’ın “Bu Vatan Kimin?” şiiriydi.
Bu durum, köylerde de aynıydı. Bütün sınıflar süslenir, köy muhtarı, köy imamı, öğretmenler, öğrenciler ve veli olsun olmasın, bütün köylüler kadınlı erkekli okulun bahçesini doldurur, büyük bir coşkunlukla konuşmalar yapılır, şiirler okunurdu.
Şahsen, gerek dînî bayramlarımızı ve gerek millî bayramlarımızı karşılamamızın ve kutlamamızın, hiçbir milletinkine benzemediğine inanıyorum. Dînî ve millî değerlerin terennümü olan bu bayramlara, böylesine aşk ve şevk ile sarılan bir başka milletin olduğu kanaatini de taşımıyorum.
ABD’de, 4 Temmuz 1776’da, ardından F(ı)ransa’da 1779’da cumhuriyet ilân edilmesine rağmen, ben, 1923’te ilân edilen bizim cumhuriyetimizin, benim zihnimdeki mânasının çok yüksek olduğunu düşünüyorum.
Balkan Harbi yıllarını düşündükçe, Sarıkamış’ı düşündükçe, Yemen’i düşündükçe, Çanakkale Savaşları’nı düşündükçe, Sevr’i, Mondros’u düşündükçe, İstiklâl Harbi yıllarında bu azîz milletin çektiklerini hatırladıkça, Türk milletine lâyık görülen cumhuriyet idâresinin mânasının yüksekliğine paha biçemiyorum.
Şu veya bu sebeple, küçük veya büyük aksamalar, haksızlıklar, yanlışlıklar olmasına rağmen, bizde uygulanan cumhuriyet idâresinin, başkalarınınkinden çok farklı olduğunu seziyorum.
Düşününüz; bir zamanların Sovyet Sosyalist devleti de “Cumhuriyet”ti. Yine, Çin Halk Cumhuriyeti, Çek Cumhuriyeti, Azerbaycan Cumhuriyeti, İran İslâm Cumhuriyeti de birer cumhuriyettir, İsviçre Cumhuriyeti de!..
Türkiye Cumhuriyeti’ne temel teşkil eden mâna, 29 Ekim 1923 târihinde ilân edilip, 1924’te kabûl edilen ilk Anayasa’mızdan îtibâren, “Türk Devleti bir Cumhuriyettir” veya “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” ifadeleri her anayasamızda yer almıştır.
Bu durumu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak Gazi Mustafa Kemal, 1924’de, şöyle târîf etmiştir: “Türk Milletinin tabiat ve şiârına en mutabık olan idâre Cumhuriyet idâresidir.”
Bu idâreyi temellendiren düşünceyi de, 15 Ekim 1925’te şöye ifade eder: “Cumhuriyet fazilet ve ahlâka müstenit bir idâredir. “
Cumhuriyetin Onuncu Yıl Nutku’nda ise, bunu, daha da şümûllendirir: “Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan, Türkiye Cumhuriyetidir.
Bundaki muvaffakıyeti Türk Milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârane yürümesine borçluyuz”.
Cumhuriyet idâresi, esâsında, bir milletin demokrasiye bağlılığıdır.
Halkın/milletin/cumhurun/vatandaşın, kendi seçtikleri tarafından, devlet idâresinde ‘temsil edilmesi’dir. Tepeden inmecilik veya ona yol açacak tavırlara ‘Dur!’ demesidir.
Bu ‘temsil’ çok defa yanlış anlaşılmakta ve uygulanmaktadır. Seçilmişler, sanki ‘temsilci’ değil de, ‘âmirliği’ üstlenmis gibi, tahakkümcü davranmaktadır. Kendilerine oy versin veya vermesin, her vadandaşa, kanun önünde, ‘eşit’ davranmaları gerektiğini unutmuş bir hâle bürünmektedirler ki, bu, çok yanlıştır.
Aslında; cumhuriyette/demokraside, ‘temsilci’ denilen kişi, belli bir süre için, sâdece ‘vekil’dir. Fakat, şâhit olduğumuz hâdiselere baktığımızda görürüz ki, bu ‘temsilci’ veya ‘vekil’, ya kendine rey vermeyenleri ‘hiç’ görmekte ya da kendine rey verenlere, onların ‘âmiri gibi’ tepeden bakmaktadır.
Bu tarz tavırlı idârelerin isimleri, her ne kadar “cumhuriyet” veya “demokrasi” olarak zikredilse de, hakîkatte, bunlar, tipik monarşiden başka bir şey değildirler. Bunlardaki parlamento sembolik olmaktan öteye gidemez/gitmemektedir.
Şâyet, “Cumhuriyet, fazilet ve ahlâka müstenit bir idâredir” deniliyorsa, bilinmelidir ki, bunda, hakîkî mânada ‘demokrasi’nin tecellisinin yaşanması istenmektedir.
Kaldı ki, bir de, bu idârenin, “temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü”ne dayanıyorsa, bu cumhuriyetin mânası çok daha fevkalâdedir/öyle olmalıdır. Cumhuriyeti, bu idrâkle yaşamalıyız!..