Cumhuriyetin ilk dönem şâir ve yazarlarını okudukça imreniyorum. Hemen hemen hepsi bir yabancı dil biliyor; Batı-Doğu-Güney-Kuzey edebiyatlarını tanıyor ve kendilerine, başlangıçta taklitle ve tesirle de olsa, zaman içersinde önemli bir istikamet tâyin edebiliyorlardı.
Şimdilere baktığım zaman, ne Doğu’yu tanıyan var, ne Batı’yı, ne Güney’i ve ne de Kuzey’i!.
Dîğer taraftan, ne bir yabancı dil bilen ve ne de doğru-dürüst bir Türkçe hâkimiyeti mevcut. Çalakalem gidiliyor. Çevreye; arkayı-önü, sağı-solu müşahede ve tahlil değil, onlara bakmaya tenezzül bile edilmiyor.
Bir Mehmet Âkif Ersoy’u, bir Süleyman Nazif’i, bir Ömer Seyfettin’i, bir Yahya Kemal’i, bir Peyami Safa’yı , bir Necip Fâzıl’ı, bir Hüseyin Nihal Atsız’ı, bir Orhan Şaik Gökyay veya bir Ârif Nihat Asya’yı düşünüyorum, aklım gidiyor.
Hamdullah Suphiler’den, Reşat Nuriler’den, Halide Edibler’den, Halide Nusretler’den, Yusuf Ziya Ortaçlar’a, Orhan Seyfi Orhonlar’a, Enis Behiçler’den, Ahmet Hamdi Tanpınar’lara niceleri, bu muazzam edebiyatın inşâcıları olarak çok ciddî emek harcıyorlar.
Herbiri, kendi sahasında, kelimeleri bir ‘kuyumcu’ titizliğiyle işliyor, en zarîf, en tesirli, en mânâlı, en hisli ve en aranan/arzulanan/istenen kıvama ulaştırıyor.
Mükemmeliyet ülküsü nedir?
Bir kuyumcu titizliğiyle işleyiş’tir.
Göznûru’dur.
Selîm aklın hükmünü ortaya koyması’dır.
Gönlün alev-alaz yanıp yakılması, durulması, şaha kalkması’dır.
Bediî arayıştan geri durmamaktır.
Bizde, bu ‘ülkü’; belli dönemlerde, belli edib ve şâirlerimizin san’atkârane üslûba ulaşmaları için gösterdikleri titizliğin, hassasiyetin, ciddîyetin, kendi kültürüne kalıcı eser bırakabilmesinin hayâl kurması ve hedef gözlemesiyle başlayan düşünüşü, çırpınışı, didinişi, emek harcayışı, bütün zorluklara göğüs gererek hedefe ‘ulaşma arzusu’dur.
Ulaşma, başka bir şeydir. Burada, esas olan, ‘ulaşma kadar’, bir şâir ve edibde, ‘ulaşma arzusu’ bulunabilmesidir. Bu arzu olmayınca, zâten, ulaşma da mümkün olmaz.
Son zamanların şâir ve ediblerinde bunu görüyorum desem ap-açık yalan konuşuyorum demektir. Çünkü; böyle bir maksatla başlayıp istikamete yol aralamak yok ki, ulaşma arzusu olsun!..
Umûmî görünüş şu: ‘Ben yazdım, oldu!..’
Yâni: doğru veya yanlış, çirkin veya güzel olsun veya olmasın, ‘ doğru ve güzel’ diye, ‘hep benden söz edeceksin ve ne kadar hârika şeyler yazdın’, diyeceksin, p(i)sikolojik saplantısı!..
Var mı böyle bir tasavvur?
Son dönem şâirliğimizin ve yazarlığımızın yegâne çıkmazı, ‘kendini şartlandırmış bende direniş’tir.
Ayrıca; muhakemesiz bir şekilde, aklı; zamanı gelince kullan(a)mamanın tecrübesizliği veya belki de ‘kaprisi’dir. Bir başka deyişle, kendini beğenme egoizmi’dir!..
Bu durum, ‘kendini şartlandırmış bende direniş’ çıkmazına doğru yürüyenlerin sayısını artırmaktadır.
Netîce îtibariyle, aynı topluluk içinde yaşıyoruz ve az-çok herkes, birbirinin yaptığını da görüyor/okuyor. Bakıyor ki, filâncanın şu veya bu tarzda yazdıkları, filânca ve filâncalar tarafından öylesine övgüye mazhar oluyor ki, artık hiç şaşırmıyor. Demek ki, bu iş, böyleymiş deyiverip, çalakalem bastırıyor.
Ortaya çıkan ise, ‘ucûbeler yığını’ ve ‘fiyaskolar çöplüğü’yle maksatsız- ümitsiz bir şekilde son oluyor!..
Çünkü; bunların yüzde îtibâriyle doksandokuzu, şu veya bu edebî görüş mensubu ‘dergi’den habersiz. Bırakınız bu dergilerden birini okumayı, bir tekinin ismini bile bilemiyor.
Şüphesiz ki, dergilerimiz de kendilerine çeki-düzen vermiyor/veremiyorlar!..
Dil/Türkçe, bir acaip hâle büründürülmüştür ve çalakalemlik, anlatımı da alt-üst etmiş, karmaşıklık, kendini murakabeye tâbi tutamaz hâle gelmiştir!..
Ne yazık ki, işin içinde görünen birçok kişiye, şiir, roman, hikâye, estetik veya tiyatro hakkında bir şey sorsanız, kekelemekten başka bir mârifette bulunmayanlarımızın sayısı bir hayli kabarıktır. Bunu geçelim, Türkçe’nin pırlanta işlekliğinden de oldukça uzakta bulunuyorlar.
Hazînin de ötesinde, çok acı bir gerçektir ki; bugün, edebî sahada, bırakınız yukarıda sözünü ettiğim ‘kuyumcu titizliğini’, bir ayakkabı tâmircisinin veya cilâcısının gösterdiği ciddiyeti bile göremiyorum.
Adam, ayakkabıya bir yama yapıyor veya cilâ sürüyor, ardından, elli defa, onu evirip çeviriyor. Sürdüğü yapıştırıcının dışarı taşıp taşmadığını, yamanın yerli yerinde bulunup bulunmadığını, cilânın kâfi gelip gelmediğini inceliyor.
Müşterisine verirken de, onun gözlerinin içine bakıyor ki, kusursuz olduğuna kanaat getirsin!..
ÇAĞRI DERGİSİ, YIL: 65, SAYI: 735, ŞUBAT 2021, SF. 5-6