Tahrip (veya tahrîb) etmek; bozmak, menfî yönde değiştirmek, harab etmek, vîrâneye çevirmek, kırıp dökmek, yakıp-yıkmak, perîşân etmek, imhâ etmek, aslını/özünü/kimyâsını altüst edip mevcut hâlini daha kötü ve istenmeyen bir vaziyete getirmek’tir.
Yâni; tahribin istikameti, dâima ‘kötü’ye doğrudur.
Tabiat; bizim yâni insanoğlunun irâdesiyle meydana gelmiş/getirilmiş bir varlık değildir. Büyük sosyoloğumuz S. Ahmet Arvasî, “İnsanın Statüsü” başlıklı yazısında şöyle der:
“Eskiden beri, ilim ve fikir adamları, “yaratılmışlar âlemini”,âdeta hiyerarşik bir sistem içinde, tasnif etmişlerdir. Onlara göre, dünyamızda bulunan varlıkları, “cemadât”, “nebatât”, “hayvanat” ve “beşeriyet” diye üstüste duran basamaklar hâlinde etüd etmek mümkündür. Yani, mineraller ve cansızlar, en altta, onun üstünde bitkiler, onların üstünde bütün türleri ile hayvanlar ve en üstte de İinsanlar...”(Bknz. S. Ahmet Arvasî, Size Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanbul 1989, Sf. 327)
Tabiatı ve geniş olarak kâinatı bütünüyle tanzim, insanoğlunun gücü dışındadır, onu aşar. Bugüne kadar dünyaya gelmiş geçmiş milyarlarca insan, bunun aşılmazlığını görmüşler, kâinat sistemi karşısında âciz kalmışlar ve zamanlarını, onu, incelemeye hasretmişlerdir. Bunun yanında, tabiatı bozmamak veya kısmen de, kendi arzusu istikametinde düzene sokmak, onun elindedir.
İnsanoğlu, kendisine ikrâm edilen bu mekânda, lüzumlu olanları kullanmak, artırmak, geliştirmek ve faydalı işlere tevcih etmekle mükelleftir. Çünkü; Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Sizi, yeryüzüne halifeler yapan O’dur. İnkâr edenin zararı kendinedir.” (Fatr, 39); “Biz, insanı en güzel biçimde yarattık” (Tin, 4) ve “Biz, insanı diğer mahlûklardan şerefli/üstün kıldık” (İsrâ, 70) âyetlerinin yanında; elbette ki, insana, sorumluluklar da yüklemiştir: “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor” (Kıyame, 36) ve “Sizi, bir imtihan olarak hayır ve şer ile de deniyoruz.” (Enbiya, 35) buyurarak, kendisine verilen bu nimetlere ve pâyelere riâyet etmesinin, belli sınırlar içinde bulunduğunu âşikâr bir şekilde göstermektedir.
Bu sebeple; en azından, bir insan, kendisine emânet olarak verilen “vücûdu”nu nasıl koruması gerekiyorsa, tıpkı onun gibi, tabiatı da koruması şarttır.
Bugün; medeniyetin en gelişmiş olduğu söylenilen çağda, maalesef, hakîkatı görmekten çok uzağız. Bu hakîkat ise, maalesef, çok acıdır. Hemen hemen her devletin bünyesinde bulunan çevre bakanlıkları, denizcilik bakanlıkları, tarım bakanlıkları, orman bakanlıkları, köycülük veya şehirciik bakanlıkları, bunca masraf, bunca zaman ve emek israfına rağmen, bu tahribatı önlemek cihetinde olumlu bir adım atamamışlardır, başarılı olamamışlardır, niçin?
Muhakkaktır ki, bu, bir bakış açısıyla bir ‘dünya mes’elesi’dir. Fakat...
“Herkesin, önce, kendi kapısının önünü süpürmesi” veya “Önce, kendini düzeltmesi gerekir” gibi kavramların hatırlanması da bugünler içindir. Ammâ, bu, iş, işten geçtikte sonra değil, zamanında olacaktır!..
Kaz Dağları inim inlerken, Avustralya alev-alaz yanarken, Fatsa’nın ormanlıklarında yoldüzlerler dolaşıp önüne geleni altüst ederken, Sürmene Çamburnu göz göre göre yakılırken ve meselâ, Avustralya’yı sel, silip süpürürken, fabrika atıkları suları zehirlerken, bacalardan öldürücü dumanlar yükselirken...çevre tahribatı hassasiyeti gözetilmiş midir, hiç sanmıyorum!..
Sokaklarımızda çöp bidonlarının bulunması, temizlikte bir numara olduğumuzu göstermez. Çünkü, bidonların dışında bir o kadar daha çöp bulunmaktadır!..Elindeki köpeğe, kapınızın önünde def-i hâcet yaptıranların temizlik yanında, nezâketten de mahrûm olduklarını söylemem fazla bir şey olmaz.
Dünya, bomba seslerinden, hoparlörlerden, k(ı)lâksonlardan çıkan gürültülerden muzdariptir.
Dünyâ, elbette ki, Türkiye, termal santral bacalarından çıkan zehirli gazlardan dehşetli bir sancı içindedir.
İnsanımızın nefesi kesik, kulağı çınlamalı, gözü kirliliklere bezenmiş, beyni zonklamakta ve kalbi gümbür gümbür çarpmaktadır.
Toprağı, suyu, havası berbat edilen insanlık, hâlâ, demokrasiden, hürriyetten, insan haklarının fazîletinden söz ediyorsa, bir yerlerde değil, çok yerlerde ‘yalan ve riyâ’ vardır, demektir.
“Cemadât” da, “nebatât” da, “hayvanat” da, “beşeriyet” de, bunlardan nefret derecesinde rahatsızdır.
Fakat, aslolan “beşeriyet”tir ve dîğerleri karşısında yegâne suçlu, odur. Beşeriyet; kendine ikrâm edilen nimetlere ihânette bulunarak, diğerlerinin hepsini mağdur etmiştir, etmektedir ve görünen odur ki, edecektir!..
Şu, ıslah adında derelerimizin tahrip edilmesindeki ilimsizlik ise, bir başka dehşettir!..Bakmaya kıyamadığınız ağaçlar öyle bir devriliyor ki, ağlamamak işten değil!.. Deniz kenarlarımız, ferdî veya resmî ihmâlin kurbanı olmuş vaziyettedir!..
Hani, ‘kuşevleri’ kültürümüz ve hani, “Benim bir karıncaya vallah istadım vardır” diyen muhteşem ve merhametli “hoşgörü” zihniyetimiz!..
Târihî eserlerimizde, ‘tamirat’ adına, yapılan ‘tahribat’ ise, bir başka ağlanacak durumdur!..Tabiatını ve târihini koruyamayanların tâlihlerine ağıt yakmaları beyhûdedir!..