O’nu tanıdığımda, Erzincan Askerî Lisesi son sınıfındaydım ve lise bitirme imtihanlarına giriyordum. 27 Mayıs darbesi olmuştu ve radyodaki “tok ses”, O’nundu.
Bu sesin sâhibi, zaman içersinde, gençlik döneminden bugününe kadar taşıdığı “Turan ülküsünü”, gelecek nesillere harfiyen tatbik ettirecek ve buna, hız kazandıracaktı.
Alparslan Türkeş; bir kurmay subaydı. Alparslan Türkeş; mecbûriyetlerin taşıdığı/sürüklediği bir siyâsetçiydi. Fakat, Alparslan Türkeş, her şeyden önce bir ‘fikir adamı’ydı.
Askerlerden ve siyasetçilerden ziyâde, cemiyetlerin zihin ve gönül rehberliğini ‘fikir adamları’ tanzîm ederler. Bu bakımdan, nice siyâset adamlarının isimleri bile hatırlanmaz ammâ Türkeş gibi, hem subay, hem siyâset ve hem de fikir adamları, fikirleriyle ‘kalıcı’ olurlar.
Genç bir üsteğmenken, 1944 Turancılık hâdiseleriyle tutuklanmasından başlayıp vefâtına kadar geçen seksen senelik ömür, hiç aksamadan, Türklük ve Müslümanlık dâvâsına hasredilmiştir. Hâliyle; böyle bir fikir sahibi kimse, sâdece Türkiye’de değil, bütün Türk Dünyâsı’nda da rağbet görmüş ve târîhî muhtevâ içersinde, bütün Türk Dünyası’nın büyük bir değeri olmuştur.
Alparslan Türkeş; bilhassa 1970’lerin Türkiyesi’nin, dâhilî ve hâricî düşmanları tarafından kıskaca alınmak istendiği zamanlarda, “ülkücülük” düşüncesini, Türk milliyetçiliğinin itici gücü görerek, yeni bir sosyo-kültürel yapı inşâsına girişmiş ve bunu, siyâset sahnesinde de kalıcı kılmıştır.
O günlerde ve devam eden zamanlarda, iki kutuplu dünyanın Türkiye üzerindeki sinsi ve alenî oyunları, dayanılmaz bir hâl almış, ve ne yazık ki, mücâdele sahası ise, bütün Türkiye sathına yayılmıştı. Bu şartlar altında da, ‘kutuplaşan siyâset”, peşinden, kutuplaşan polis, kutuplaşan asker, kutuplaşan öğretmen, kutuplaşan adliye...gibi çapraşıklıkları sürüklemiş, şehit kanlarıyla elde ettiğimiz vatan, kendi evlâtlarımızın çatışma sahasına dönüştürülmüştü.
Ve ne yazık ki, “dış güçlerin maşaları”, bunda müessir bir rol oynamış, vatan, millet, bayrak, dîn diyenler acımasızca vurulmuş, sürülmüştür.
Şunu da ifade etmeliyim ki, bu eziyete mârûz kalanlar, sâdece “Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin, her şey Türklük için” diyenlerdi. Bunlar, kendilerine, ‘Türkeş’in ülkücüleri’ denilenlerdi ki, Türklüğü millî bir değer olarak görmeyenler tarafından, ırkçılık gibi, insanlığın ve dînimiz İslâm’ın kökten reddettiği bir iftirayla suçlanıyorlardı.
Halbuki, Türkeş, “İslâmiyeti alıp Türklüğü inkâr etmek ihânettir. Bunun tersi de aynı derecede gaflet ve ihânettir.” diyerek bu âcizlere gereken cevabı ve dersi veriyordu.
Vefâtından bugüne tam yirmiiki yıl geçti...Hergün biraz daha arandığını söylemem kimseyi şaşırtmasın...Devletler, elbette ki, şahıslarla kaim değildirler. Ancak, kahramanları olmayan milletlerin de devletleri kuvvetli olmaz, olamaz.
Türkiyemizin iç mes’elelerindeki tıkanıklık, Türk Dünyâsı’yla gerekli ve yeterli irtibatımızın sağlanamaması, bizim Türk milleti olarak, dünya siyâsetinde yalnızlaşmamızın sebeplerinden biri olarak düşünülmelidir.
Alparslan Türkeş, ömür sürdüğü müddetçe, iktidarlar dâhil, hemen hemen herkesin müracaat mercii olmuştur.
O; Türk milletini bir bütün olarak düşünen ve bu yolla da, insanlığın irtifa kazanacağını hedefleyen bir kılavuzdu. Bu hususta, sâdece birkaç nasihatını hatırlamak bile kâfidir.
Diyor ki; “Ahlâkçılık anlayışımız Türk ahlâkı ve Müslümanlık inancından gelir”.
Diyor ki; “Türk aydınları için Batı’nın sığınması olmak bir ideal olarak benimsenmiştir. Milletimiz için bundan korkunç felâket düşünülemez”.
Diyor ki; “İnsanlar; yokluğa, açlığa, susuzluğa tahammül ederler. Fakat adâletsizliğe, hor görülmeye, aşağılanmaya asla müsaade, müsamaha etmezler”.
O’nu rahmetle anıyorum. Mekânı cennet olsun!..