Bazı dostlarım bana “Endonezya uzmanı” diyorlar. Ben de şöyle cevap veriyorum. “Keçinin olmadığı yerde koyuna Abdurrahman Çelebi derler.” Esasında Endonezya ile ilgili vereceğimiz örnek sorunun cevabı olacak ama genel bir hastalığımıza işaret edecektir: “Adam kayırma ve insan harcama”
Bir kere Endonezya uzmanı olmak için Felemenkçe, Japonca ve Endonezce kesinlikle bilinmesi gereken üç temel lisan olup yan kulvarda Arapça, Sanskritçe, İngilizce ve yerel lisanlar beklemektedir. Kıta gibi büyük bir ülkeden söz ediyoruz. Bu koşullarda satırların sahibi Felemenkçe, Arapça, Sanskritçe bilmediğinden Endonezya uzmanı olamaz.
Peki tüm lisanları bir kişinin şahsında toplamak yerine işi ekibe havale edip katma değer üretmek yoluna giden Japonların yöntemini neden düşünmüyoruz? Soruyu böyle sorduk ya. Bu da bizdeki bir hastalığa götürüyor bizi: “Adam kayırma ve siyasi önyargı.” Bunun aşamadık.
Endonezya uzmanları arıyorum sanal ortamda. İki kişiyi ciddi kayda değer olarak buldum. Birisi İngilizce üzerinden doktora yapmış diğeri de sanal ortamdan anladığım kadarıyla Endonezya’ya gidip gelen bir kişidir. Amacım kimseyi suçlamak ve kötülemek değildir. Eksiklerimizi ortaya koymaktır. Eksiklerimizi nasıl giderebiliriz? “Yarım hoca imandan, yarım doktor candan eder” demiş atalarımız. Evlenirken kendi eksiğini eşine söylemeyi sorumluluk addeden yüce bir dinden söz ediyoruz. Buna sorumluluk derler.
Hedefimiz “uzman yetiştirmek” ise bunun için ne gerekiyor onu yapmak zorundayız.
İlk Japonca kitabımı 1996 yılında yazıp Japonya’ya gönderdiğimde bana gelen resmi yazıda Japonya Milli Eğitim Bakanlığı “aşağıdaki evrakları hazırla 3500 dolara kadar varan bursla programlardan birine girip doktoranı yap” mealinde açıklamalar vardı.
Japon bana ne dinimi, ne siyasi görüşümü, ne de mezhebimi ne de akrabalık ilişkimi soruyordu. Sadece “şu evrakları hazırla ve gel” diyordu.
Birincisi ”adam kayırma” ile ilgili olan eksiğimizin yanında bir eksiğimiz daha var. Hemen hemen herkes “bürosu ailesinin evinin penceresine bakan işyeri olan masa başı işinde salla başını al maaşını” zihniyeti içindedir. Bu Osmanlı’dan kalma bir hastalıktır. “Münşeat” eserlerinde eski Türkçe devlet makamlarına yazılan dilekçe formları vardır. Orada “çakiri kemineleridirki” diye kendisini küçülterek yağcılık ifadeleriyle dolu “devletlu hamiyetlü” efendimizden İstanbul Tophane’deki “Top Fabrikasına” tayin isteyip “Erzurum Top Fabrikasına” gitmek istemeyen ve havasına uyum sağlayamayacağını söyleyen mühendisler vardı. Bu mühendisler fakir milletin parasıyla Paris, Londra, Berlin gibi yerlerde eğitim görmüşlerdi. Tophane Beyoğluna yürüme onbeş dakika idi ve orada bohem hayatta güzel hanımlarla dans etmek şansı vardı. Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri ve diğer klâsik yazarlarımızın eserlerine bakınız; bu havayı göreceksiniz.
Peki bu zihniyeti kırmak mümkün müdür? Mümkündür. Ama bu yazmızın konusu değildir.
Kısacası bizde uzman yetişmesi için öncelikle doğru ilkelere yapışmalı ve adam kayırmayı kaldırmalıyız. Ardından da “keyfel keder yaşam” değil vatan için eziyet ve zahmeti kabul edecek bir kafa yapısına sahip olmalıyız. Kurnazlığı terketmeliyiz.
Son Türk ülkesi, son vatan, başka İstanbul’u olmayan, başka bayrağı olmayan Türk Milletine borcumuz vardır. İslâm dünyasının da bize ihtiyacı vardır. Dünyanın da bize ihtiyacı vardır. Ama önce bizim doğru ilkeleri doğru uygulamaya ihtiyacımız vardır. Kısacası dostlar “dindaş” “cemaatdaş” “yandaş” “siyasetdaş” üretmeye değil “milletdaş” üretmeye ihtiyacımız vardır vesselam. Eğer Türkiye 15 Temmuz 2016 günü bunu öğrenmediyse daha uzun yıllar harcamaya devam edecektir. Cliffort Geertz 1968 yılında yazdığı “İki Kültür” adlı eserinde benzeri fikirleri savunmuştur.