Dağa gitmesini öğrenebilirsek, en azından böyle bir istek içimizde belirirse gelecekte ayağa kalkmaya (kıyam) hazırlanacağız demektir.
Böyle bir durumda da aşağıdaki konuları tartışmayacağız: Tartışmalar 2005-2012 süresinde İslam ülkelerinde meydana gelmiştir:
Eğitim öğretimde çocuklarımıza Alevi vatandaşların parasıyla Kuran öğretelim mi öğretmeyelim mi? (Türkiye)
Yaz saati uygulaması İslam ile uyuşur mu? Uyuşmaz mı? (İran)
Oruç tutmayan ve tesettüre uymayan 8 yaşındaki kızı nasıl idam edelim? Kurşuna mı dizelim? İpe mi çekelim? (Afganistan)
Hazreti Muhammed’in soyundan gelen mübarek adam Ağa Han’a her yıl ağırlığınca altın zekat olarak vermek zorundayız. Veremeyenleri ne yapalım? (Tacikistan, Özbekistan ve diğer Orta Asya ülkeleri, Hindistan müslümanları)
Hristiyan bir hanım; müslüman çocuklar susayınca onlara su verirse tutuklanır. İdam edelim mi? Etmeyelim mi? (Pakistan)
Türkiye tipi laiklik İslam’a uygun değil. Savunmaya gerek yok. (Mısır)
Kadındar doktor olamaz. Doktor olan kadınları ne yapalım? Silahla hastanelerini basıp kadınlara tecavüz edebilir miyiz? (Sudan) Kızının başını örtmeyen anneye meydan dayağı atılmasına Özel Yetkili Şeriat Mahkemesi karar veriyor. Meydan dayağı atalım mı? Atmayalım mı? (Endonezya, Açe)
Sünnetli pipi ile mübaşeret yapan bayan cinsel organı çok mutlu oluyor. O nedenle sünnete çok önem verelim. (Endonezya, Jakarta)
Müslümanların birbiriyle savaşması ne zaman helal olur? (Malezya; Endonezya ile ada sorunları konusunda)
Başım kapalı şarkıcılık yapabilirim. Ama günah işlediğime de inanırım (Batı Almanya’da müslüman Türk kızı)
Rüyeti Hilali Taif’e kadar gidip görecek ve Ramazan ayının başlamasını ilan edecek olan 90 yaşında önünü görmekten aciz piri fani Mekke Kadısı’dır. Laik devletin (Türkiye Diyanetini kastediyor) bilgileri kandırıyor. (Suudi Arabistan)
Konuları gördükten sonra; şimdi biz dağa gitmek için yaklaşık 130 sene geri gidelim; 1890 lı yılların Japon roman yazarı Natsume
Sooseki (1867- 1916) nin Koojin 行人Giden Adam adlı romanından Peygamberimiz Hazreti Muhammet için yazdıklarına göz atalım: (Tarafımızdan tercüme edilmiştir):
“Muhammed hakkında okul (lise?) sıralarında okuduğum bir hikaye vardı. İnsanlara karşı dağı gösterip ben dağı çağıracağım. Büyük ve yüksek dağ da buraya gelecek, dedi. Bir çok insan etrafında toplanmıştı. Söz verdiği gibi dağa emretti: Ey dağ buraya gel. Ancak dağ yerinden kıpırdamadı. Bu emri yüksek sesle üç kez tekrarladı. Sonunda dağ azıcık olsa yerinden kıpırdamadı bile. İnsanlara döndü ve şöyle dedi: Ey insanlar siz gördünüz. Ben dağı çağırdım. Dağ da buraya gelmedi. Öyleyse biz dağa gideceğiz.”
Hikayeyi okuduğumda gençtim ve güldüm. Komik bir malzeme buldum gerekçesiyle çevremdekilere anlattım. Onlar da güldüler. Ama içlerinde tefekkür sahibi, gün görmüş bir insan vardı. O dediki, öykü dinin gerçek özünü gösteriyor. Kifayet edecek derecede her şey o noktada bitip tükeniyor ve açığa kavuşuyor dedi. Ne dediğini anlayamadım ama sözlerine kulak verdim. Odawara’ya gittiğimde kardeşime öyküyü defalarca anlattım. O susup dinledi. Aradan yıllar geçti. Tartışma aynıydı. Konuşmanın tuhaflığından değildi bu. O benim hassasiyetimi uygun görmeyip endişe ettiğinden şöyle dedi: “Sen dağın çağırdığı adamsın. Ama gitmeye korkuyorsun. Öfkenden ayaklarını yere vuruyorsun. O nedenle de dağı kötü yorumlayıp hep kötü düşünüyorsun. Niçin dağa kendin yürüyerek gitmiyorsun? Belki de senin oraya gitmek gibi yapmak zorunda olduğun bir görevin vardı? Eğer dağın buraya gelmek gibi bir zorunluluğu varsa ne olurdu?” Kardeşim iddia ediyordu. Sen bu işe mecbursun diye. Onun benden endişesi hala gitmemişti. O nedenle de kırgın gibiydi. Ben de cevap verdim: “Dağa gitmek gibi zorunlu bir görevim olsaydı o zaman ben giderdim” Kardeşim cevap verdi: ”Zorunlu bir görevin olmayan yere gitmek zorunluluğun yok” Ben de “Zorunlu bir görev olduğu için değil de saadet ve esenlik elde etmek için giderim” diye karşılık verdim. Kardeşim sustu benim ne demek istediğimi iyice anlamıştı. Ama mutlaka hayır-şer, güzel-çirkin konusunda kültürü yüksek maneviyat ile beslenmiş seviyesi üstün yaşayıp giden kardeşimin saadetin ne olduğuna tespit etmeye pek hevesi olmamasına rağmen saadeti elde edeyim diye de tatmin olmayan huzuru bulamamış haleti ruhiyesi tatmin ve ikna olmuştu. Kardeşime cevap verdim: Kendi yaşamımın ana direği, temel noktası diye düşünmüyorum ama güzelce ortaya çıkartıp koyarsak daha hoş ve mutluluk verici olur dedim. Kardeşim şöyle cevap verdi: Öyleyse neyi temel dayanak yapıp gideceksin? diye sordu, cevap verdim: Tanrı için, Tanrı dediğin nedir? diye kardeşim sordu.
Ben bu noktada biraz hür olmak zorundayım. Ben ve kardeşim böyle sualleştiğimiz yerde kutsal metin okuyan kardeşimi yoksa din bilginine benzeyen kişi izlenimi verdiği için mi veya beni iman yoluna çekip götüren bir gücü var diye kardeşimi gördüğüm için mi böyle davrandım, pek de iyi bilemem ama, aslında benim ne İsa ile ne de Muhammed ile bir bağım yok. Sıradan ve basit bir insan olmayı da aşamam ve dini de pek o kadar gerekli bir şey olarak görmüyorum. Hedefsiz bir amacı olmadan büyümüş, doğa içinde ilkel bir insan, yabani bir insanım ben. Konuşmanın bu noktaya gelmesi; mutlaka titiz ve sert olan ruhu da rahatsız kişi kardeşime ihtimam göstermemdendi.”
Natsume Sooseki Peygamberimiz ile ilgili kitabı büyük bir olasılıkla Avrupa dillerinden çeviriden veya İngilizce bir eserden okumuştu. Orasını bilemiyoruz. Ama birçok Avrupalı ve Amerikalı yazarın (örneğin Edgar Allan Poe’nin İsrafil aleyhisselam şiiri gibi) ister istemez, bilerek veya bilmeyerek, kasıtlı veya kasıtsız yazdıkları eserler, makaleler, şiirler İslam dünyasının kendilerini ilgilendirdiği halde bilimsel bir araştırma anlamında hiç ilgisini çekmemiş, sadece savunmak için ağır hakaretlere varan değersiz bazı yazılar yazmışlardır.
Biz sadece bu eksikliğe dikkati çekerek esas konumuz olan İslami zihniyet inkılabına dair fikirlerimizi her mezkur iki olgunun ışığında serdetmeye devam edeceğiz:
Peygamber Efendimizle ilgili böyle bir olay İslami kaynaklarda var mı yok mu bilmiyoruz. Ama Japonca aslından anladığımız şudur; Olay Peygamberimizin Ebu Kubeys tepesine çıkıp da ilk kez insanları davet ettiği olayın bir başka versiyonu olabilir. Her neyse bunu da İslam tarihçilerine bırakalım.
Önümüzde Japon düşüncesine katkı yapmış ünlü bir romancı ve düşünürün müşahhas bir metni vardır. Üzerinde de telakkilerimizi belirtebiliriz: Din eğer bize kendi özünü göstermiyor ise, veya biz dinde kendi özünü arayıp, asıl tohumunu bulmak istiyorsak, zahmet ve eziyet, beyin işlemesi, zeka kullanımı gibi temel yeteneklerimizi dini tabular üzerinde kullanmamız gerektiğine ne kadar ihtiyacımız olduğunu bir kez daha anlamış olacağız. Burada “dağ” bir simge olarak düşünülürse, o simge de “dinsel erdem, bahtiyar ve ölümsüz ruhların yurdunu insanlara öğretecek ilkeler ile dolu ise o ilkeleri biz arayıp düşünüp bulmak için; çalışmak, tedebbür, tefekkür, akıl kullanma karakterlerimizi harekete geçirmek zorundayız. Soseki bu yazıları yazdığı günlerde kendilerine hami (koruyucu) arayan mahmiler (korunan kişi) müslümanlardı. Şimdi de vaziyet aynıdır. İslam dünyasının tartıştığı konular da aşağı yukarı yukarıda yazılıdır. Aklımıza verdiğimiz sıkıntıyı, bedenlerimize ettiğimiz eziyeti yüzlerimizden okumak mümkündür. Mutsuzluk akıyor her yerimizden. Dağ önümüzde duruyor ama kimse gitmek istemiyor. Biz dağda mutluluk var diyoruz. Ama gitmek bile istemiyoruz. Sadece var deyip duruyoruz. Bir gayri müslim yeni bir şey bulduğunda aaa o Kur’an’da var? diyen aptallar gibi. Başkaları adına böbürlenmek müslüman karakteri değildi. Var idiyse neden bulmadın derler adama. O var olduğunu bilmeden buluyor. Niçin biz bulmadık diye hayıflanıp 24 saatini uyumadan geçirecek yüreklere ihtiyaç vardır. Bilmediğimiz bir yere gitmek için çok doğal olarak bilgi toplar ayrıntılarını öğrenir de öyle gideriz. Toplumlar ise böyle değildir. Düşünmezler, yaşarlar. Koşmazlar, yürürler. Yürümezler sürüklenirler. Belki liderler, yaratılıştan insanlara hükmedenler, cazibesi olanlar, karizma sahipleri için geçerli olabilirdi. Ama bizim adımıza bize dini masallar anlatanlar kendileri de gitmedikleri yerler hakkında ahkam kesmektedir. Biz de dağa gitmek yerine oturduğumuz yerden kaplumbağa gibi dağa gidememenin verdiği eziklik içinde ayağımız yere vurmayalım. Askeri geçmişimizi toplumsal şuura işlemeye başladığımız bu günlerde ilerisi için umut belirirken dinsel geçmişimiz ise aynı derecede araştırmaya ve incelemeye muhtaç iken karamsar girişimler yine ufukta belirmiş ve gelecek ise alaca bulaca görünmeye başlamıştır. İnsanlık tarihi hep iyiye doğru seyretttiğine göre zaman kaybından başka bir şey olmadığını 130 sene kadar önce Japon roman yazarı öğretmektedir. Ayaklarımızda dağa gidecek, güç ruhlarımızda da dağı çözecek cevher vardır. Sadece kafamızı kaldırıp dağa bakamız yetecektir. Vahşi tabiatın içinde büyümüş olmakla övünen Natsume Sooseki dağa gidip saadet aramayı düşünüyor ise biz daha iyisini ve fazlasını yapabilecek güce sahip olmalıyız. Çünkü dağa gitmek biricik Allah’ımıza gitmektir. Dağa gidelim. Çocuklarımıza da gitmelerini tavsiye edelim.
(24.4.2012, 25.4.2012, Endonezya, Jawa Adası, Jurang Mangu Timur, Kalimangso, Tangerang)