İslâm şeriatı uygulanıyor, bunları yazalım diyen İslâm münevverlerine aşağıdaki yazımızı okumalarını öneririz. 1972 yılında insanoğlunun aya gitmesi hakkında Açe ulaması ne düşünüyordu? Sorumuza 80 yıllık hayatının 60 yılını Fas ve Endonezya üzerinde çalışmalara harcayan Amerikalı profesör Cliffort Geertz (1926-2006) Gerçeğin Ardından, Bir Antropologun Gözünden İki İslâm Ülkesinin Son Kırk Yılı, 1995 Dipnot Yayınları, Ankara , adlı eserinde (syf.125-127) cevap verir;
Pondok Pesantren’de (Endonezya İmam Hatip Okulu) üstad denen öğretmenin eğitim ve kültür düzeyi;
Camide toplandık, öğretmenleriyle –herkes ona üstad diyordu, biz de öyle diyelim- bir daire oluşturmuş öğrenciler, ortadaki açıklıkta da ayakta duran ben. Niye geldiğimi açıklayarak söze başladım. Önce, genellikle ABD’de devletle müslümanlar arasındaki ilişkiyle ilgili genel sorular geldi, sonra da tartışma başladı.
Üstad bana Amerikalı astronotların gerçekten aya indiğine inanıp inanmadığımı sordu. (Aya seyahatin ikinci yıldönümüydü ve Açe’nin gazeteleri konuyla ilgili ateşli tartışmalarla doluydu.) İnandığımı, ama Açelilerin çoğunun inanmadığını anladığımı söyledim; bu da gürültülü gülüşmelere neden oldu. Üstad hiçbir müslümanın peygamberden gelen bir gelenek, yani Nuh tufanıyla ilgili bir hadis yüzünden buna inanamayacağını söyledi. Peygamberin dünyayla ay arasında dev bir okyanus olduğunu, tufanın kaynağının da bu okyanus olduğunu söylediği aktarılır. Eğer Amerikalılar gerçekten de aya gitselerdi bu okyanusta bir delik açarlardı, bu da Nuh’unki gibi hepimizin boğulacağı bir tufana yol açardı. Buna ne diyeceğimi bilemedim ve yapabildiğim kadarıyla batı biliminin ayın ne olduğu, kaynağı ve niye parladığıyla ilgili açıklamasını anlattım. Verilebilecek cevapların en iyisi değil, ama orada ve o anda hadislerin geçerliliğini sorgulamazsam iyi olacağını hissettim.
Bana sonradan, Açe’li veya başka bir yerden eğitimli herhangi bir müslüman gibi kendisinin de Amerikalıların aya gittiğine inandığını, ama şakayla karışık, neredeyse dalga geçerek, belki de okyanusun kenarında dolaştıklarını söyledi.
Üstad bunlardan hiç etkilenmemiş ve rahatsız olmamıştı. Yine gayet sakin bir şekilde (hem gerçekten öğrenmeye çalışan, hem de, benim de kendimi hissettiğimi sandığım gibi, zaten bilen biri gibi konuşuyordu), astronotların gerçekten aya gitmiş olamayacağını, çünkü peygamberin yanılmasının imkânsız olduğunu söyledi. Aslında olanın, Kuran’da Nimrod’un başına gelenlerle ilgili anlatılanlara benzediğini düşünüyordu. Nimrod bir ateistti. Tanrıyı öldürmek için göğe çıkmıştı. (Meselenin aslını farkederek, hem bir Tanrı olmadığına inandığını , hem de onu öldürmek için mi göğe mi çıktığını sordum ve öğrencilerden takdir belirten gülüşmeler aldım.) Nimrod silahını ateşlemiş (aslında okunu, ama burası ayrıntı).Tanrı mermiyi yakalamış, üzerine kan sürmüş ve Nimrod’a geri atmış.
Nimrod sonra dünyaya geri dönmüş ve bakın, Tanrıyı öldürdüm, o da ölümlüymüş, demiş. Ama aslında Tanrının sınırsız gücünün ve sanırım espri anlayışının kurbanı olmuş. Astronotlara da aynısı olmuş.Bütün kalpleriyle ayda olduklarına inanmışlar ama aslında orada değillermiş. Bütün çabalarının boşa çıkmasını istemeyen Tanrı sahte bir ay yapmış ve üstüne inmeleri için bir kenara koymuş. Bu argümana karşı ne söyleyeceğimi bilemedim, belki de en iyisinin bir dahaki sefere bir müslümanın gitmesi olduğunu söyledim ve dağıldık. Ülkenin kalbinin kalbine bir yolculuk yapmıştım. Batı doğuyla karşılaştı, akıl, inançla çarpıştı, modernite gelenekle yüzyüze geldi… hikâye hikâyeyi iteledi: anlatıların çarpışması. Hiçbir şey yerinden oynamadı. Görebileceğiniz hiçbir şey.
1972 yılında Açe ulama cehaleti ve ufkunu C.Geertz’den yukarıdaki öyküsünde okuduk. Gerçekle tam yüzleşebilmek için kişisel bir anımızı da buraya kaydetmek isteriz: Samsun’da 2015 li yıllarda 25 kadar Endonez üniversiteli öğrenci vardı. Arada sırada Endonez eşim onlara yemek verir eve davet ederdi. Bir keresinde öğrenciler “kajian” dedikleri dini sohbet yaptılar. Sohbette kız öğrenciler de vardı. 16. asırda Arapça yazılmış bir fıkıh kitabından “hayız, nifas aybaşı, mübaşeret” konulu sohbeti birbirleriyle son derece medeni bir şekilde tartışıp durdular.
Türkiye’de İlâhiyat fakültelerinde “haremlik-selâmlık” uygulandığı ve gençlerin birbirlerinden izole edildiği ilkel günlerde; Güneydoğu Asyalı müslüman dindaşlarımız birbirleriyle sohbet havasında ders yapıyorlar ve Türklerin hiçbir zaman uygun göremeyecekleri konuları “kızlı erkekli” müzakere ediyorlardı. Bir tarafta C.Geertz’in mutaassıp üstadı ile diğer tarafta anaerkil ulusal karakterin dini sohbete vurduğu damga ikisini bir arada değerlendirdiğimizde, medeniyetin zirve yaptığı tartışma ortamının verdiği umut kadar, “aya değil de okyanusun kıyılarında bir yere gidildi” diyebilen din adamı ufkunun geriliğini görmek gerekir. İklim ve iklime bağlı gelişen vücudun kılıfı olan derinin uyarılma alışkanlığı davranışları doğrudan etkilemektedir.
Ayrıca C.Geertz’in ziyaret ettiği Pondok Pesantrenler Endonezya’da siyasi ve idari sistemin belkemiği olan bürokrasiye eleman yetiştiren en etkin ve önde gelen eğitim kurumlarındandır.
Kısacası biz şunu diyoruz: dindaşlarımızı tanıyalım. Nasıl düşündüklerini bilelimki onlarla daha sağlıklı iletişim kuralım. Bu da sadece Kuran Kursu açıp şeyhe köle yetiştiren düzenle olmuyor. Cliffort Geertz gibi içme suyu ve fosseptik çukuru bile doğru dürüst bulunmayan ortamlarda doktora tezi yazmakla oluyor. Fildişi kulesinde tahta oturup ahkâm kesmekle olmuyor. Kısaca; devir İslâm züppelerinin devri oldu. Bir zamanlar Atatürkçü züppeler vardı. Şimdi de bunlar türedi. Gerçeği görmeye bile düşmanlar. Paris’te kafede oturup dünya ve Türkiye hakkında ahkâm kesen İslâm jön Türkleridir bunlar.
Adam olalım, millet olalım diyoruz.