Yıl 1980 idi yanlış hatırlamıyorsam 1979 Ocak ayı idi. Mezhepler Tarihi Doçenti Ethem Ruhi Fığlalı hocamız İran Devrimi o günlerde yaşanmakta olduğundan büyük anfide ders verecek denince en ön sıraya oturmuş notları tutmuştum: İran’da neler oluyordu? Allah selâmetini versin hocamızdan hatırımda kalanlar özetle şunlardı: İran’da Şah Ak Devrim adı altında 1961 de bir dizi uygulama yapmaya başlamıştı. Uygulamalar arasında en önemlisi Ayetullah denen din adamlarına adı humus olan “beşte bir” vergi, zekat denebilecek ödemelerin yasaklanması nedeniyle din adamlarının tabir caiz ise boğazına sıkılmış ve ümüğüne basılmış gelir kaynakları kesilen ayetullahlar da kıyam denen ayaklanmayı başlatmışlardı. Sonuçta Ayetullah Humeyni Türkiye üzerinden Fransa’ya giden 20 yıllık bir sürgün hayatına başlamıştı. Aşağı yukarı bu bilgilerle Endonezya’ya gittik. Türkiye’ye yönelik İran propagandası yapan kısa dalga radyo yayınlarını bizzat dinlediğimiz günlerdi. Başörtüsü teması da İran devrimi tesiriyle güçlenerek her yeri kaplayacaktı. Atatürkçüler haklıymış. İlâhiyatçı olarak itiraf ediyorum.
Türkiye’ye de İslam adı altında şiilik ihracı hevesi çok kuvvetliydi. Ama bu Türkiye’de pek tutmadı. Ancak İslam dünyasını derinden etkileyen bir hareket olduğunu aradan yıllar geçtikten sonra 2014 den sonra en büyük İslam ülkesi Endonezya üzerinde özerklik temalı eserleri yazarken anladım.
Yıllar sonra 2013-2014 sürecinde Endonezya’da Cava adasında Başkent Cakarta’ya 45 km. mesafede bir köyde 1 yıl üç ay yaşarken hanımlarla ilgili geleneksel uygulamalar bizi yeniden başörtüsü üzerinde düşünmeye itti. Müslüman köylüler anne adaylarının 4. ayında “empat bulanan” ve 7. ayında da “tujuh bulanan” denen bizdeki mevlit törenlerine benzer ritüelleri yapıyor, dünyaya gelecek bebeğin sağ salim gelmesini, annenin sağlıklı ve esenlik içinde olmasını isteyen dualar yapıyordu. Uygulamada kimse annenin başı açık örtülü diye düşünmüyor anne başık açık bir şekilde tören sonunda ortaya gelerek başından aşağı su ve çiçekler dökülüyor ayrıca tepsinin içine konan küçük paralarda kafasından aşağı yere dökülerek çocuklara harçlık dağıtılıyordu. İçinde ideoloji olmayan bir İslamdı bu. İdeolojiyi giyinmeyen kadın yani insan olan anne vardı. Köydeki hanımlar da böyleydi. Baş örtülüsü örtüsüzü doğal ve insaniydi ve harem-selamlık zihniyeti yok gibiydi. Doğal bir İslam vardı. Her ne kadar ülkede “ulama” denen sınıf tarafından eleştirilmekteyse de bizzat yaşayarak şahit olduğumuz bir olguyu günlerce düşündük.
Neden böyleydi? İdeoloji ve siyaset müdahele etmeyince İslamiyet de insani bir güzergaha giriyor ve sevecen yüzünü gösteriyordu.
Biz diyoruzki İran devrimi İslam ülkelerini şii-sünni derinden etkilemiştir. Şimdi burada sizlere Japonca ve Endonezce eserlerin adlarını vererek zamanınızı almak istemem. Ancak Endonezya’da Özerklik Cilt 2 adlı eserimizde Madura adası bölümünde konuya kısaca değindik. Madura adası Endonezya’da bir ada olup kısaca NU denen sünni cemaatin tesirinde çoğunluğun şii azınlığa adeta zulmettiği bir yerdir. İşte burada Tajul Muluk denen sünni bir ailenin çocuğu 1980 lerde şii hareketini tesiriyle Suudi Arabistan’da okumuş ve adaya geri dönerek bir şii yatılı imam hatip mektebi (Ponpes) açmıştı. Ancak bu mektebi açmasından rahatsız olanlar bir kadın öyküsünü de araya katarak şiilere baskı ve eziyet yapmış şiiler canını zor kurtarmıştı. Olayların gidişatından öğrendikki şii devrimi İslam dünyasına bir “özgüven” vermiş hem sosyal yaşamı hem de İslam ülküsünü derinden etkilemişti.
ENDONEZYA MUI VE KUA ADLI KURUMLAR SÖMÜRGEN ÜLKELER TARAFINDAN KURULMUŞ OLUP İLMİHAL UYGULAR VE
YOLSUZLUK İŞLEMLERİ İLE BİLİNİR
Bu minval üzere Endonezya’da derin derin düşünmüş şeriat adına kurulmuş MUI (Endonezya İslam Bilginleri Meclisi), KUA (Endonezya Sadece Müslümanları Evlendirme ve Boşanma Öncesi İşlemleri Yürütme Kurumu) gibi devlet kurumlarıyla halkın İslam zihniyeti üzerinde kıyaslamalar yapma şansımız olmuştu.
Bizim nesil hanımların hemen hemen hepsi hem başörtüsü takıyor hem de başörtüsünün altında saçı çevreleyen bir yaşmak türü bir örtü daha takıyordu. Ama yaşı 60 üzerinde olan hanımlarda böylesi bir örtünme yoktu. Ülkemizde de böyle değil miydi? Rahmetli annem ne İran bilirdi. Ne de Turan. “Muarefe Üniversitesi Profesörüydü” gözümüzde. Bir yaşmağı vardı. Başka da bir şey bilmezdi.
Peki nereden çıktı bu hem yaşmak hem de başörtüsü? Bu konuda yapılmış sosyolojik bir araştırma var mıdır? Bilmiyorum. Ama Endonezya ve Türkiye üzerinden düşündüğümüzde başörtüsünün sadece İslam dini ile ilgili bir zihniyet sorunu iken İran devriminden sonra bir simge ve İslam davası için kullanılan bir bez parçası olarak sömürülüp kemirildiğini yaşadık ve yaşamaktayız.
HAZRETİ MUHAMMET ZAMANINDA HANIMLAR NASIL GİYİNİRDİ?
Yoksa şu soruyu soralım o zaman: Hazreti Muhammet zamanında hanımlar nasıl örtündü? Bana bir tane belge getirin bugünkü gibi örtünüldüğüne dair, her ne derseniz yapacağım. Kısacası “akıl” ve “başörtüsünü” bir araya getirdiğimizde konu ile ilgili ayeti kerime hemen çözüm yoluna girmektedir. Ama çoğunun kabul etmediği bir gerçek var orta yerde: Başörtüsünün siyasi ve ülküsel bir simge olarak kullanılması İran devriminden sonra artmıştır.
Kaldıki tesettür ve coğrafya ilişkisi gerçekten İslam dünyasında göz ardı edilen hiç değinilmeyen bir husustur. İslam dininin Türkiye gibi dönence kuşağındaki bir ülkeye geldiğini düşününüz. O zaman tesettürün ne hale dönüşeceğini bilmek için zeka sahibi olmaya bile gerek olmadığı gün gibi aşikâr değil midir? Coğrafya ve iklim dini yaşamın ana istikametini doğrudan etkiler. Bunun için de ulama’ya danışmaya gerek var mıdır?
İSLAM ÜLKELERİ YARI KOLONİ İKEN İLMİHAL TARTIŞIYORLAR
BAŞÖRTÜSÜNÜN ARDINDAKİ GERÇEK BUDUR
Daha garip ve düşündürücü olan ise İslam ülkeleri yarı koloni veya tam koloni gibi yaşarken yeraltı ve yer üstü kaynakları uluslararası şirketler tarafından bir güzel sömürülürken ne hikmettense “başörtüsü” “aybaşı olan hanım kızlar” “yaz saati” “motosiklete hanımların nasıl bineeceği” gibi hususlar şeriat adı altında gündeme getirilmekte ve bunun adı demokrasi, insan hakları olmaktadır. Beyler 30 dolara adam öldürülen İslam ülkelerinden söz ediyoruz. Asgari ücretin 95-225 dolar arasında gidip geldiği Endonezya’dan söz ediyoruz. “Başörtüsü =İslam
Zekat = toplu dilencilik.” Aynı işlemler aynı kişiler ve guruplar tarafından icra edilmektedir.
ALLAH’IN İSLAM’INA İNANIYORUM
Açıkça yazıyorum ve beyan ediyorumki ben bunların ne başörtüsüne ve Muhammed’ine inanıyorum. Bunların okuduğu Kur’an’a da inanmıyorum. Kendi okuduğum Kuran-ı Kerime, anamın başına taktığı yaşmağa, kendi okuduğum Hazreti Muhammed’e inanıyorum. Böyle diyorum ve rahatlıyorum.
Öbür tarafa da böyle gideceğim. Bana zındık diyen narcılara, Salamonculara duyurulur. Yalnız “Ali Osman abi seninle ölüme bile gideriz senin gibi kardeşlerimiz oldukça” diye söylemledikleri “falsolu İslam” sıloganlarının paralı günlerimizin hoş hatırası olmaktan çok anlam ifade ettiğini de burada açıkça beyan ediyorum.
Bunların elinden İslam dinini almadığımız müddetçe bize bu dünyada huzur gelmeyecektir. Bu Allah’ın bize verdiği görevdir görev. İnanınız böyle olacaktır. Amiyane tabirle ellerine almışlar İslam dinini istedikleri gibi top çeviriyorlar. “Namazını kılmayan hayvanlar” “kızına bilmem ne hisseden babalar” “başörtüsü” ve diğer hususlarla ilgili olarak ciddi ciddi fetva verecek, vaaz ederek nefret yayacak derecede ilkel “profesör” sıfatlı varlıkların yaşadığı Türkiye’den söz ediyoruz. İslam dünyasının 21. Asrı yarıladığımız şu günlerde öbür tarafta yaşayıp bu tarafta yiyip içerken 8. Asırda tartıştığı hususlardır efendim.