Bizim sorunumuz din ve de özel olarak İslâm zihniyetimizdeki sakatlıktan kaynaklanmaktadır. “Vali” ile “veli” arasındaki farkı asırlardır anlayamadık. Anlamak da istemiyoruz. Satırların sahibi dahil olmak üzere ilâhiyatçılarımızın tavrı sahtedir. Özetle aradaki fark şudur:
Vali “bu dünyada idareci” veli de “burada yaşayan hem burayı öteki dünyayı idare eden” demektir, kısaca. Öteki dünyada yaşayıp bu dünyayı idare edenlere teslim ettiğimiz zaman adına veli deniyor. Çelişki daha sıfır noktasında başlıyor.
VALİ KİMDİR VELİ KİMDİR?
Bir kenti idare eden vali adlı mülki amir ile ilgili bir sürü yasa, mevzuat vardır değil mi? Kısacası elimizde somut ve elle dokunulabilen bir “yasametre” diyebileceğimiz ölçek vardır. Bu noktada sorun yoktur. Akıl alanı içindedir. Görevini yasalar çerçevesi içinde yapar.
Ama veliye gelince durum böyle mi? Ne yasası vardır. Ne de mevzuatı. Ama aklınıza gelen her konuda bir üst mercisi de olmayan, temyiz de edilemeyen bir makamdır. Sorumsuzluğun dini versiyonudur. Bir adam düşünün her konuda konuşacak, her konuda karar verecek, mübarek antik çağ Yunan filozofu Aristo gibi her derde deva bir fikir halesi içinde olduğuna inanılacak bir olağanüstü yaratık olacak. Ama yanlış veya saçma sapan bir hareket yaptığında hiç kimse kendisine hocaefendi bak şurada bir kusurunuz var diyemeyecek. Adam dokunulamaz. İşte İran ve Ayetullahlar. İşte Endonezya kiai, ustad ve habib dene kişiler. Hiç farkları yok. Adam göz göre göre alenen hırsılık yapıyor. Mahkeme tutuklayamıyor. Burası Endonezya. Tanrı katından aldığı makamı bu dünyada kullanıyor. Ne güzel diy mi? Makam öte dünyadan para ise burada yoksul müritlerin cebinden.
Tam bir sorumsuzluk ve öteleme işgüzarlığı. Mehdi-mesih uydurmacası gibi. Ağzından çıkan adeta Tanrı kelâmı gibi. Böylesi beyinlere ne anlatılabilir be benimsetilebilir ki. Bunlardan köle ve esir olur, ancak.
Valinin mesihi-mehdisi yokturi ama velinin mesihi-mehdisi vardır. Musevilerin ve hristiyanların çözdüğü İslâm dünyasının çözemediği bir söylencedir bu.
DAHA ÇOK KÖLE NASIL YETİŞTİRİRİZ?
Sonuçta “daha çok köle nasıl yetiştiririz?” noktasına varan cemaat ve tarikat hareketleri uluslararası alanda en azından görmemezlikten gelinmektedir. Belki de gizlice teşvik edilmektedir. İşte Amerikan vatandaşı Pensilvanyalı, İşte İngiliz vatandaşı Kerim Ağa Han sülalesi.
Somut beldelerdir önümüzde.
Uluslararası sermaye akılcı ve din önyargısı olmadığı için her şeyi kullanabilmektedir. Ama bize sunulan uyuşturulmuş bir İslam menüsüdür. Bu menüde neler yok ki: Bu dünyada olmayan her şey. Bedenleri taş gibi, gözleri börtlek börtlek her biri bir Miss World olan bakireler, cennette ırmaklar kenarında köşkler, en lezzetli şaraplar vesaire. Özlemler her nedense hep fakir ve yoksullara bu dünyada vadedilmekte. Her ne hikmettense vadedenler ise vadettikleri yerlerde yaşamaktadırlar. Sahi şunlara bir sorsak; fazla istemiyoruz bir ay kadar yaşadığınız yerde bu dünyada yaşasak diye teklif etsek. Din kardaşıyız yahu. Bizden kanımıza varıncaya kadar istiyorsunuz. Bize emanet verirler mi acaba? Mehmet Akif Ersoy’u dillerinden düşürmeyen abilerimiz bunlar, seçin seçin alın. O Mehmet Akif Ersoy Balkan felaketlerinde evinde aylarca cami bahçelerinden insanları getirip misafir etmişti.
Aslında sorun şurada; biz insan isek böyle bir tarla farelerinin malikanelerinde değil de insani temel ihtiyaçlarımızı giderebileceğimiz mütevazi ama onurlu bir ortamda yaşamaya talip olmalıydık. Bize satılan bize vadedilen imajlardır.
Nedeni ne olabilir? Zaten bu yolu en azından 150 yıl önce terkeden Avrupalılar müslümanların sigara içmeyen canı biraz daha kanlanmış bir otomobili 5 senede bir evi 2-10 senede satın alabilecek kadar damarları biraz daha kanla dolmuş insanları dört gözle beklemektedirler. Müslümanların züppeleri de yağdan pay kapmak için bu iş için birbirlerini yemektedir. İşgalci Japonları din adına ülkelerine buyur eden Nahdetul Ulema ve benzerlerinin halkının en azından yüzde otuzu yılda bin dolar bile kazanamayan ama ayda bin dolarlık taksitlerle satılan lüks bahçeli evler pazarlanması ve Endonezya piyasasının aşırı çelişki içindeki çirkin ve iğrenç ve bir o kadar da tiksindirici yüzünü göstermesi ilerideki felaketlerin başlangıcına bizleri hızla yaklaştırmaktadır. Bu ülkedeki müslümanlara bakıp bakıp da ibretle gülmek ve Türkiye’de de aynı oyunu oynayan tarla farelerinin bolluğu ve benzerliğini tefekkür etmek bir yana diğer taraftan ülkücü İslam’ı bayrak edindiğini söyleyen müslümanların 1980 yılında rahmetli Esat Coşan’ın “arazi satın alın ve ortak kentler inşa edin” düşüncesinin ferasetini derin derin düşünüyorum. İdrak ediyorum da cemaat hastalığının çıkmaz sokakta ilerlemesini de ibretle seyretmekte ve anlamamakta ısrar ediyorum.
PARAN KADAR MÜSLÜMAN PARAN KADAR HAC ZİHNİYETİ
Eğer paran kadar müslümansan paran kadar hacca gideceksin zihniyeti burada din değil ticaretin öne geçtiğini ve Tanrı’ya değil nefsin tanrısına tapmaya gittiklerin gösterdiğini ne zaman anlayacağız. Evet 25 bin yüroya fırlayan hac ve umre fiyatları neyi kanıtlamaktadır sorusuna da böylece mantıklı bir cevap bulduğumuzu ve ellerini sıvazlayan Amerikan kökenli uçak şirketlerinin haccı neden teşvik ettiğini çok daha iyi anlıyorum. Hazreti Ömer rahmetullahi aleyh olsaydı durum böyle olmayacaktı. Ama ne yazıkki onun devrini yaşayan bir kesim züppelerimiz her gün Allah’a küfür ile meşguldürler. Bu iş Hazreti Muhammed’in yürüdüğü yollarda özel hizmetçi tutup da sırtlarında veya tahtırevanlarında gezerek bencilliklerini gideren yeni türemiş Müslüman-zengin ve yüzsüzlerin bollaşmasına kadar gitmiştir.
PAPAZLARIN AĞZINDA SEVGİ YÜREKLERİNDE KİN, İSLÂM TARİKAT ŞEYHLERİNİN AĞZINDA TANRI YÜREKLERİNDE DOLAR KIPIRTILARI VAR
Ham, işlenmemiş bir altın madeni İslam, her milimetresi işlenmiş, yorumu adeta gidebileceği yere kadar gitmiş bir maden de Hiristiyanlıktır. Ailelerin akraba ve köyler birliği bazında korunması İslam ise; bireyciliğin ve yok olmakta olan karı koca bağlılığının sevginin bittiği yer de şimdiki Hristiyan cemiyetlerdir. Müslümanlık kendi felsefesini kendisi üreten içinden çıkan müstakil düşünceli insanları beklerken, Hristiyanlık çerçevesi ise üretimi bitirmiş ve uluslar arası alanda işlediği suçların ezikliği içinde kibir ile bocalamaktadır. Ama sahibinin sesi olan medya durumu tam ters köşeden çekim yaparak izah ettiği için yoksul, cahil Müslüman yığınlar hem beyinlerinden hem de ceplerinden kemirilmekte bir sürü örgüt adı altında arkasında mutlaka bir devlet olan mekanizmalar ortaya çıkmaktadır.
Çıkış yolumuz yuvarlak tebeşir ile köşeli tebeşir arasındaki farkı anlamak kadar basit bir sorundur. Biz köşeli isek gücün bizi itebildiği yere kadar gidebileceğimizi eğer yuvarlak isek bir itelemeyle dönüp durabileceğimizi idrak etmenin ve asla ve asla birbirine güvenememenin verdiği şüpheyi terketmenin yolunu aramalıyız.
Nasıl büyük bir çoğunluğumuzun fakir doğup, yaşayıp öleceğinin uzun uzadıya ayetleri de tefsir ederek açıklamak ile meşgul olan din münevverlerimiz, gözü dönmüş dini bütün inşaat şirketlerinin lüksden de öte, uçuk fiyatlarla aynı toplum içinde aylık taksidi 1.500 dolardan başlayan villaları aynı dini bütün televizyon kanallarında pazarlamaktadırlar. Yine ayni dini bütün zenginler evlerinde boğaz tokluğuna çalıştırdıkları fakir fukara dini bütün Müslümanı 10 yıl çalıştıktan sonra bir gün hastalanıp da niye sağlık ocağına gittin diye mahkemeye verip daha önce hediye ettiği elbiseleri çalmakla da suçlayıp tabaklarımı da kırdı deyip 4 ay mahkum ettiği Endonezya toplumu ile Türkiye toplumundaki tarla farelerinin şaşırtıcı hık demiş de burnundan düşmüş benzerliğini ibretle seyrediyoruz.
Vali “bu dünyada idareci” veli de “burada yaşayan hem burayı öteki dünyayı idare eden” demektir, kısaca. Öteki dünyada yaşayıp bu dünyayı idare edenlere teslim ettiğimiz zaman adına veli deniyor. Çelişki daha sıfır noktasında başlıyor.
VALİ KİMDİR VELİ KİMDİR?
Bir kenti idare eden vali adlı mülki amir ile ilgili bir sürü yasa, mevzuat vardır değil mi? Kısacası elimizde somut ve elle dokunulabilen bir “yasametre” diyebileceğimiz ölçek vardır. Bu noktada sorun yoktur. Akıl alanı içindedir. Görevini yasalar çerçevesi içinde yapar.
Ama veliye gelince durum böyle mi? Ne yasası vardır. Ne de mevzuatı. Ama aklınıza gelen her konuda bir üst mercisi de olmayan, temyiz de edilemeyen bir makamdır. Sorumsuzluğun dini versiyonudur. Bir adam düşünün her konuda konuşacak, her konuda karar verecek, mübarek antik çağ Yunan filozofu Aristo gibi her derde deva bir fikir halesi içinde olduğuna inanılacak bir olağanüstü yaratık olacak. Ama yanlış veya saçma sapan bir hareket yaptığında hiç kimse kendisine hocaefendi bak şurada bir kusurunuz var diyemeyecek. Adam dokunulamaz. İşte İran ve Ayetullahlar. İşte Endonezya kiai, ustad ve habib dene kişiler. Hiç farkları yok. Adam göz göre göre alenen hırsılık yapıyor. Mahkeme tutuklayamıyor. Burası Endonezya. Tanrı katından aldığı makamı bu dünyada kullanıyor. Ne güzel diy mi? Makam öte dünyadan para ise burada yoksul müritlerin cebinden.
Tam bir sorumsuzluk ve öteleme işgüzarlığı. Mehdi-mesih uydurmacası gibi. Ağzından çıkan adeta Tanrı kelâmı gibi. Böylesi beyinlere ne anlatılabilir be benimsetilebilir ki. Bunlardan köle ve esir olur, ancak.
Valinin mesihi-mehdisi yokturi ama velinin mesihi-mehdisi vardır. Musevilerin ve hristiyanların çözdüğü İslâm dünyasının çözemediği bir söylencedir bu.
DAHA ÇOK KÖLE NASIL YETİŞTİRİRİZ?
Sonuçta “daha çok köle nasıl yetiştiririz?” noktasına varan cemaat ve tarikat hareketleri uluslararası alanda en azından görmemezlikten gelinmektedir. Belki de gizlice teşvik edilmektedir. İşte Amerikan vatandaşı Pensilvanyalı, İşte İngiliz vatandaşı Kerim Ağa Han sülalesi.
Somut beldelerdir önümüzde.
Uluslararası sermaye akılcı ve din önyargısı olmadığı için her şeyi kullanabilmektedir. Ama bize sunulan uyuşturulmuş bir İslam menüsüdür. Bu menüde neler yok ki: Bu dünyada olmayan her şey. Bedenleri taş gibi, gözleri börtlek börtlek her biri bir Miss World olan bakireler, cennette ırmaklar kenarında köşkler, en lezzetli şaraplar vesaire. Özlemler her nedense hep fakir ve yoksullara bu dünyada vadedilmekte. Her ne hikmettense vadedenler ise vadettikleri yerlerde yaşamaktadırlar. Sahi şunlara bir sorsak; fazla istemiyoruz bir ay kadar yaşadığınız yerde bu dünyada yaşasak diye teklif etsek. Din kardaşıyız yahu. Bizden kanımıza varıncaya kadar istiyorsunuz. Bize emanet verirler mi acaba? Mehmet Akif Ersoy’u dillerinden düşürmeyen abilerimiz bunlar, seçin seçin alın. O Mehmet Akif Ersoy Balkan felaketlerinde evinde aylarca cami bahçelerinden insanları getirip misafir etmişti.
Aslında sorun şurada; biz insan isek böyle bir tarla farelerinin malikanelerinde değil de insani temel ihtiyaçlarımızı giderebileceğimiz mütevazi ama onurlu bir ortamda yaşamaya talip olmalıydık. Bize satılan bize vadedilen imajlardır.
Nedeni ne olabilir? Zaten bu yolu en azından 150 yıl önce terkeden Avrupalılar müslümanların sigara içmeyen canı biraz daha kanlanmış bir otomobili 5 senede bir evi 2-10 senede satın alabilecek kadar damarları biraz daha kanla dolmuş insanları dört gözle beklemektedirler. Müslümanların züppeleri de yağdan pay kapmak için bu iş için birbirlerini yemektedir. İşgalci Japonları din adına ülkelerine buyur eden Nahdetul Ulema ve benzerlerinin halkının en azından yüzde otuzu yılda bin dolar bile kazanamayan ama ayda bin dolarlık taksitlerle satılan lüks bahçeli evler pazarlanması ve Endonezya piyasasının aşırı çelişki içindeki çirkin ve iğrenç ve bir o kadar da tiksindirici yüzünü göstermesi ilerideki felaketlerin başlangıcına bizleri hızla yaklaştırmaktadır. Bu ülkedeki müslümanlara bakıp bakıp da ibretle gülmek ve Türkiye’de de aynı oyunu oynayan tarla farelerinin bolluğu ve benzerliğini tefekkür etmek bir yana diğer taraftan ülkücü İslam’ı bayrak edindiğini söyleyen müslümanların 1980 yılında rahmetli Esat Coşan’ın “arazi satın alın ve ortak kentler inşa edin” düşüncesinin ferasetini derin derin düşünüyorum. İdrak ediyorum da cemaat hastalığının çıkmaz sokakta ilerlemesini de ibretle seyretmekte ve anlamamakta ısrar ediyorum.
PARAN KADAR MÜSLÜMAN PARAN KADAR HAC ZİHNİYETİ
Eğer paran kadar müslümansan paran kadar hacca gideceksin zihniyeti burada din değil ticaretin öne geçtiğini ve Tanrı’ya değil nefsin tanrısına tapmaya gittiklerin gösterdiğini ne zaman anlayacağız. Evet 25 bin yüroya fırlayan hac ve umre fiyatları neyi kanıtlamaktadır sorusuna da böylece mantıklı bir cevap bulduğumuzu ve ellerini sıvazlayan Amerikan kökenli uçak şirketlerinin haccı neden teşvik ettiğini çok daha iyi anlıyorum. Hazreti Ömer rahmetullahi aleyh olsaydı durum böyle olmayacaktı. Ama ne yazıkki onun devrini yaşayan bir kesim züppelerimiz her gün Allah’a küfür ile meşguldürler. Bu iş Hazreti Muhammed’in yürüdüğü yollarda özel hizmetçi tutup da sırtlarında veya tahtırevanlarında gezerek bencilliklerini gideren yeni türemiş Müslüman-zengin ve yüzsüzlerin bollaşmasına kadar gitmiştir.
PAPAZLARIN AĞZINDA SEVGİ YÜREKLERİNDE KİN, İSLÂM TARİKAT ŞEYHLERİNİN AĞZINDA TANRI YÜREKLERİNDE DOLAR KIPIRTILARI VAR
Ham, işlenmemiş bir altın madeni İslam, her milimetresi işlenmiş, yorumu adeta gidebileceği yere kadar gitmiş bir maden de Hiristiyanlıktır. Ailelerin akraba ve köyler birliği bazında korunması İslam ise; bireyciliğin ve yok olmakta olan karı koca bağlılığının sevginin bittiği yer de şimdiki Hristiyan cemiyetlerdir. Müslümanlık kendi felsefesini kendisi üreten içinden çıkan müstakil düşünceli insanları beklerken, Hristiyanlık çerçevesi ise üretimi bitirmiş ve uluslar arası alanda işlediği suçların ezikliği içinde kibir ile bocalamaktadır. Ama sahibinin sesi olan medya durumu tam ters köşeden çekim yaparak izah ettiği için yoksul, cahil Müslüman yığınlar hem beyinlerinden hem de ceplerinden kemirilmekte bir sürü örgüt adı altında arkasında mutlaka bir devlet olan mekanizmalar ortaya çıkmaktadır.
Çıkış yolumuz yuvarlak tebeşir ile köşeli tebeşir arasındaki farkı anlamak kadar basit bir sorundur. Biz köşeli isek gücün bizi itebildiği yere kadar gidebileceğimizi eğer yuvarlak isek bir itelemeyle dönüp durabileceğimizi idrak etmenin ve asla ve asla birbirine güvenememenin verdiği şüpheyi terketmenin yolunu aramalıyız.
Nasıl büyük bir çoğunluğumuzun fakir doğup, yaşayıp öleceğinin uzun uzadıya ayetleri de tefsir ederek açıklamak ile meşgul olan din münevverlerimiz, gözü dönmüş dini bütün inşaat şirketlerinin lüksden de öte, uçuk fiyatlarla aynı toplum içinde aylık taksidi 1.500 dolardan başlayan villaları aynı dini bütün televizyon kanallarında pazarlamaktadırlar. Yine ayni dini bütün zenginler evlerinde boğaz tokluğuna çalıştırdıkları fakir fukara dini bütün Müslümanı 10 yıl çalıştıktan sonra bir gün hastalanıp da niye sağlık ocağına gittin diye mahkemeye verip daha önce hediye ettiği elbiseleri çalmakla da suçlayıp tabaklarımı da kırdı deyip 4 ay mahkum ettiği Endonezya toplumu ile Türkiye toplumundaki tarla farelerinin şaşırtıcı hık demiş de burnundan düşmüş benzerliğini ibretle seyrediyoruz.