Dinsizlik deyince Türkiye’de hep laiklik anlaşılmış, laikliği savunanlar da her zaman aynı karşılığı vermişlerdir: Laiklik dinsizlik değildir. Ama buna halkı hala inandıramıyorlar. Neden böyle? Çok basittir. Türkiye’de laiklik adına “Allah” demek bile yasak idi. Böylesi günleri babalarımız, annelerimiz yaşadı. Yuvarlak olarak bir tarihleme yaparsak 1932-1955 arasını kastediyoruz. 2016 yılında geriye baktığımızda ise durum değişti. Ancak değişen durumdan ziyade biz burada tavır meselesi üzerinde kanaatimizi serdetmek isteriz. 60 yıllık yaşam tecrübemizin 16 yaşından beri kitap okuduğumuza göre 44 yıllık deneyiminde dinsizlik adı altında iki tavır gözlemledik. Birincisi; okuma yazma bilmeden bu dünyadan göç etmiş olan rahmetli arif annemden tevarüs ettiğim tavırdır: Rahmetli 2004 yılında 85 yaşında vefat ettiğine göre bana söylediği şu sözler “milli şef” dönemine denk geliyor. “Uşağım köyde camide gizli Kuran okurduk, nöbetçi bırakırlardı değirmenin başına, Jandarma geliyor, diye bağırınca gizlice eve kaçar giderdik.” Burada amacımız Türkiye’yi 2. Dünya Savaşı belasına sokmadan sağ salim o günleri geçirten rahmetli İsmet İnönü’ye bela anmak değil sadece bir gerçeği vurgulamaktır. Bu tavır milletin zihnine kazınmıştır. Bu tavrı silmek zordur. Bunu yapacak olan da CHP ve zihniyeti olup tavır değiştirmesiyle mümkündür ama böyle bir umut da ufukta görülmemektedir. Kısaca Türkiye’de din denince İslam; İslam denince de İslami ibadet biçimi anlaşılmaktaydı ve namaz hariç hemen hemen hepsine karşı olumsuz bir idari uygulama vardı.
İkinci tavrı ise böylesi bir havada İmam Hatip okulu, lise ve üniversite okuyarak 32 yaşına kadar gelince hayat bizi bir yıl için Japonya’ya ittiğinde önce Japonlardan öğrendim. Ardından İngiliz, Amerikalılar, Çinliler ve nisbeten müslüman Endonezlerden öğrendim. Tavır özetle tüm dinlere karşı olumlu bakan ne evet ne de hayır diyen bir uygulama idi. 1991 yılında Profesör Murakita Tatsuo Japonya, Hokkaido Adası Sapporo kenti, Dohto Kokusai Gakuen adlı okulda karşısındaki yabancı öğrencilere şöyle ders verdi: “Japonya’da tescil edilmiş 758 din mensubu var. Yeryüzünde 3 bin küsür. Getirin getirin istediğiniz kadar din getirin bu ülkeye sorun yok. Hürriyet var.” Ayrıca aşağı yukarı bütün Japonlar dininiz ne diye sorduğunuzda sanki birbirlerinden haberli gibi mushuukyoo 無宗教diyorlardı. Kendimle hesaplaşıyordum; ülkemde dinsizlik ve laiklik eş anlamlı idi neredeyse. Burada ise farklı bir hava var: bütün dinlere yeşil ışık yakan hepsine olumlu bakıp olumlu yorumlayan bir zihniyet vardı.
Kısaca tüm dinlere olumlu bakan hepsini onaylayan din zihniyeti ile tüm dinleri reddeden bir din zihniyeti vardı. Türkiye’de durum şöyleydi: Devlet idaresi ve yasal yapı tüm dinlere eşit mesafede idi. Ama uygulamada ise durum değişiyordu
Türkiye’de din temelli düşünce İslam temelli bir zihniyet; İslam temelli düşününce de Allah merkezli ve hanımları dışlayan bir geleneksel İslam zihniyeti vardı. Bu hala da egemendir. Böylesi bir zihniyete laik düşünce nasıl yerleştirilebilirdi? Mustafa Kemal Paşa ile Kazım Karabekir Paşa durumu müzakere etmişler “Paşam bu ülkede böylesi bir namus zihniyeti varken hanımlarımız cemiyet içinde değil kafeslerin gerisinde yaşarken medeniyeti kazanmamız mümkün değildir” diye İstanbul Erenköy’de Kazım Karabekir paşanın kızı tarafından yönetilen müzede okumuştum. Demek oluyorki ülkemizde sert bir dönem yaşanacak ve gerçekten çok gerekli ve zaruri olan “laik ülke yapılanması” için sonu idamlara varan uygulamalara gidilecekti.
Açıkça itiraf ediyorumki Bir yıllık Japonya ve 2 yıl 3 aylık Endonezya deneyimimizde iki uç uygulamayı da görünce laikliğe ikna oldum. Adeta iman derecesinde bağlandım. Japonya’da tüm dinler serbest. Japon halkı da hoşgörülü tüm dinlere karşı. Endonezya’da ise yasa ile Japon Şinto dini ve Çin Tao dini yasak; bunun dışında İslam, Protestan, Katolik, Animist, Hindu dini olmak üzere 5 din serbest idi. Yarı İslami şeriat düzeni vardı. Endonezya 15-16. asır oralarda bir yerlerde yaşıyordu. Türkiye, Endonezya ve Japonya’yı hasbel kader kıyaslayacak durumdayım.
Mustafa Kemal Paşa’nın 1923 lerde ne yapmak istediğini daha iyi anladım. Siz bakmayın bizim din davası güden aslında dinleri bile olmayan, paraları, cemaatları olup bayrakları ve ülkeleri olmayanlara. Hele hele 2010 yılından beri olanlar artık “kral çıplak yakalandı” dedirtti. Bunların kafasında ne İslam, ne Allah, ne adalet ve ne de isnaf diye bir şey vardır. Bunu Endonezya’da bizzat yaşayıp tecrübe ettim. Satırların yazarına din davası güttüğünü söyleyen hiç kimse kelimei tevhit bile getirse sen getirme sana inanmıyorum ben getireceğim diyecek kadar.
Türkiye’de laiklik dinsizlik gibi İslam’a karşı uygulanmış olmasına ve sicili temiz olmamasına rağmen ve de laiklerin ilkel ve geri kalmış olmalarına rağmen son derece gerekli ve adeta bir nefes borusu gibi olmazsa olmaz bir organ olduğu açıkça ortadadır.
Bunun için laiklere bir tavsiyem var. Satırların yazarı ilahiyatçıdır. Ama laikliği savunuyor. Ne kadar kabul ederseniz ediniz. Şu Japonların tavrını bir inceleyiniz. Ben oruç tutuyorum diye benimle birlikte oruç tutan budist bir doktora öğrencisi arkadaşım vardı. Onu oruç tutarken gören Türk arkadaşlarım da beni alnımdan öpüyorlardı. Aslında müslüman değildi. Olmamıştı. Ama böyle algılanıyordu. Çünkü onun inancında “gittiğin yer kör ise gözünü kıp, topal ise ayağını sek” Japon atasözüyle dersek “goo ni itte wa goo ni shitagae” (郷に行っては郷に従え) diye buyuran atalar sözlerinin gereği vardı ve onu uyguluyordu. Yani mesele tavır meselesi idi.
Laiklik dinsizlik değil bilakis dinin tam bir sigortasıdır. Ama bunu Türk insanına benimsetmek de CHP ve zihniyetinin haklı olduğu bir davada doğru bir tavır geliştirmesine bağlıdır. Çünkü ülkemizin yegane garantisi olan laik omurga tehlike altındadır. Gelecekte bugün şeriat diyenlerin bile mumla arayacağı laik devlet düzenini arayacak duruma geleceğiz. Gidişat odur. Allah selametini versin Beyza Bilgin hocam
1979-1982 arasında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde şunları söylüyordu: Bu ülke başörtüsünden ikiye bölünecek. Ellerinde sakız; “başörtüsü meselesini hallettik” deyip duruyorlar. 30 sene daha sürer. Bu süreci kırmak laikliği savunanların elindedir. Şunların elinden dini değerleri almadığınız müddetçe size iktidar yolu yoktur. Bunu göremiyor musunuz? Ama bir taraftan da alttan altta, laikliğin altını oymak için çalışıp duruyorlar. Türkiye başörtüsünden bölünse bile ileride birleşme şansı vardır. Türkiye laiklik ve dinsizlik arasındaki olumsuz korelasyon yok edilirse bir fikri huzur ve uyum sürecine girebilir. Yoksa elimizdeki laiklik de gidecek ve “bu adam yüzde 10 müslüman yüzde on maaş ödeyin”şekline dönüşecek veya içki ve fuhuş sözde yasaklanacak ardından bugünkü İslam ülkelerinde görüldüğü gibi devlet adamlarının, polisin vesairenin haraç ve rüşvet topladığı sektöre dönüşeceği bir felakete doğru gideceğiz. Çünkü “iman” adına yapılınca “imanmetre” de zalimlerin ellerinde olacaktır. Tabi bu imanmetre “ülke kıstası” olacağından da hiç şüpheniz olmasın. Çünkü 2010 sonrası olanların tamamı İslam adına olmuştur. Elimizde altın gibi bir 6 yıllık deneyim vardır. İslami paradigmayı bu zalimlerin ellerinden almadığımız müddetçe nefes borumuz laiklik tehlikededir. Bizim sorunumuz iflas etimş bir İslam tavrına karşı iflas etmiş bir laiklik zihniyetini yeniden canlandırmak ve buna kafa yormak olmalıdır. Buna en başta yüzde 99 u müslüman olan halkımızın çok mu çok ihtiyacı vardır.