Mutsuzluğa doğup, mutsuz yaşayıp, mutsuz ölmek istiyorsak, bu dünyada cehennemi görüp birbirini boğazlayarak yaşamak sanatını öğrenmek istiyorsak müslümanım diyen bütün toplumlar buna bir numunei imtisaldir. Bir müslüman olarak itiraf ediyorum. Dediğim dedik, çaldığım düdük. Nuh deyip peygamber dememek bir İslam toplumu ulusal karakteridir. Endonezlerden bunu öğrendim. Türkiye müslümanlarının arasında geçen 54 yıllık yaşamımda da farklı bir hava solumadığımı Endonez din kardeşlerimi tanıyınca daha iyi kıyaslama şansım olduğunu öğrendim.
Özellikle şii ağırlıklı İslam toplumlarında diğer din kardeşlerine karşı tam bir dışlama vardır. Bu Endonezya’da ise sünni toplumların şiileri dışlaması olarak tersine gelişti. Özellikle Madura adası çatışmalarında iyice kanıtlanmış bir olgudur.
İçinde vicdan ve insaf olmayan bir din zihniyeti açısından gerek hiristiyanlar gerekse müslümanlar birbirlerine yaklaşıyorlar. İşin garibi birbirine en zıt toplumlar da hiristiyan ve müslüman toplumlar.
Endonezlerin ulusal karakterinin en belirgin vasfı 7. yıla giden deneyimimize ve müşahedelerimize dayanarak diyoruzki konuşuyorlar ve unutuyorlar. Konuşmak ve unutmak. Söylemek ve bir daha hatırlamamak. Böylesi bir karakterin içinde sorumluluk kavramının nereye oturacağını bulmak zordur galiba. Söylediği anda hissettiği haz ve zevk işba noktasında adeta. Hepsi bu kadar inanınızki bir saniye sonrası yoktur. Endonezya’nın 350 yıl sömürülüp kemirilmesinin en önemli dayanağı da bu olmalıydı.
Ahlaki değer oluşamıyor. İnsani kıymet hiç oluşamıyor. Ahlaki, insani değerler dizisi dini ilmihal çerçevesi içine ne kadar sıkıştırılabilirse o kadar oluşabiliyor. Özetle karşınızdaki Endonez söyleyip unutunca, size de dinleyip hatırlamamak düşüyor. Hal böyle olunca da özür ve kabullenme kavramı hemen hemen hiç yok gibi. Sadece bayramlarda kilişeleşmiş ilmihal cümlesi gibi tekrarlanan “minel aidin ve faizin” arasında sıkıştırılmış kumpaslanmş bir “minta maaf” var.
Muhatap olanın dinler gibi yapıp sanal bir uyum sağlaması da işin cabası. İslam dini böylesi bir ulusal karakteri içinde cazibe merkezi değil itici bir güç oluyor. Sadece tapınma duygusunu gideren ve izafe ettiği dini ilkelere düşünce ve insaf duygusunu katmayan bir ortamda sorumluluk varsa sülale ve aile çerçevesi içinde adeta ok edilen bir ülkeye ve dine dönüşüyor.
Tatminsizlik başlıyor. Bu noktadaki eksiklik düşünme duygusunu ne kadar zedelese de yok edemiyor. Temiz olmak eğer bir değer ise her ortam için geçerli olacakken sadece bembeyaz bir gelinlik gibi elbise giyinip (mukena) onun içinde ibadet yapmak ile geçiştiriliyor. Banyo etmek çimmeye dönüştürülüp temizlik yaparken temizlik yapmamak doğal olarak öğrenilmiş oluyor. Bir işi yaparken o işi yapmamayı öğrenmek bir sanat ise bunu Endonezler başarıyor. Örneğin çocuğa el yıkamayı nasıl öğretirsiniz dense eline bir sabun veririm musluğun önüne bırakırım gibi bir cevap doğal karşılanabilir. Endonez böyle yapmaz; maşrabaya su doldurur ellerini maşrabanın içine sokar çıkarır. “Kulle” hesabı yapar herhalde. İbadet bir sorumluluk üstlenmek iken tam tersine sorumsuzluğun imani iştahla sürdürüldüğü bir ortama dönüşüyor. Çünkü işin özünde düşünce yoktur.
Aslında Endonezlerden 7 yıldan öğrendiğimizi 54 sene Türkiye’de talim etmiştik. Ama insanın kendisine ait bir kültür çerçevesine girmeden kendisini yargılaması, değerlendirmesi zor imiş. Bu açıdan Endonezlerden öğrendiğim şudur; nefis muhasebesi deyip de hiç yapmadığımız en zor işi kendimizi yargılamayı ardından itiraf ve insaf dinini öğrenmek için diğer İslam toplumlarını tahlil etmeye çok ihtiyacımız var. Adam olmak için; içinde insan olan dini keşfetmeye çok ihtiyacımız var.