22 yıllık bir Türk hanımla olan evliliği 2008 yılında boşanarak bitirdikten sonra Endonezya, Batı Sumatra, Minangkabau kabilesinden bir hanımla 54 yaşında evlendim. Bir erkek çocuk oldu. 2011 de emekli olup Endonezya Cava adası başkanlık sarayına yaklaşık 22 km. batıda Tangsel, Pondok Betung denen semte gidip ailece yerleştik. Amacım din turizmi ve genel turizm yapmak amaçlı bir şirket kurmak idi. 6 ay inceledikten sonra yasa dışı ödemeler nedeniyle gücümü aşar diye karar verip şirket kurmaktan vazgeçtim. Hanımın başkent Cakarta merkez ilçesine 45 km. güneyde rakımı yaklaşık 150 metre civarındaki Bogor, Parung kasabasına yaklaşık 7 km. mesafede Waru Jaya köyü, Cidokom mezrasında bir bağ evi inşa ettik.
Köy; her dem ama her dem yeşil bitkisel örtüsü, yıllık yağış ortalamasının yaklaşık 2500 kg. yılboyu sıcaklığın 23-36 derece arasında gidip geldiği boyları 5 civarından başlayıp 30 metreye kadar çıkan ağaçlar ve devasa bambularla kuşatılmış ormanlık arazide; pirinç ve sinkong (geleneksel Endonez patatesi) tarlaları arasında konumlanmıştı. Sıcaklık geceleri 23 dereceye iniyordu ama yüzde 90 lara kadar tırmanan nem yüksekliğinden kış gibi üşüyüp battaniyelere sarıldığımız da oluyordu. Dümdüz ova değildi ama ovalık alanların arasında gür ırmakların aktığı, ırmakların her iki yanında arazinin engebeleştiği köy; Gunung Kapur denen kaplıcalara da yakındı. Arada sırada 30 metreye kadar uzayan Hindistan cevizi (pohon kelapa) ağaçlarına sanki düz arazide hızla yürüyormuş gibi tırmanan kültür balıkçığı yapan gençleri şaşkınca seyrettiğimiz de oluyordu. Köyün hemen yakınında bir kaplıca daha vardı ama aktif değildi. Ben kaplıca diyorum siz ılıca gibi bir şey anlayın su dereceleri en fazla 40 civarında idi. Köylü kültürel balıkçılık, fidancılık, sebzecilik gibi işlerle meşgüldü. 25-35 yaş kuşağı ise motosikletleriyle gidip gelmek suretiyle başkent varoşlarındaki semtlerde çoğu “mali” merkezli şirketlerde çalışıyordu. Köy tahmini 8X9 km. ebadında bir alanı kaplıyordu. Köyde okul, lise boldu. Majelis Taklim denen çocuk ve hanımlara yönelik 3 tane dini eğitim gurubu tespit etmiştim.
Köyde ev inşasına karar verince para dahil her şeyi hanıma teslim ettim. Yarım yamalak konuştuğum Endonezce ile de bir şeyler yapmakta zorlanacağım kesindi. Ev inşa etmek için hiçbir yasal engel yoktu. Hanım öyle diyordu. Ama benim aklımda bir kuşku vardı. Cakarta, Lebak Bulus’ta Sumber Kasih kilisesi Japon papazına ev ve arazi işlerini sorduğumda “ev inşa etmenin, arazi almanın çok zor olduğunu” söylemişti. Tüm Güneydoğu Asya ülkelerinde azınlıkta olan din mensupları cehennemde yaşıyordu. Endonezya’da hiristiyanlar, Tayland’da müslümanlar gibi. Fazla üzerinde durmadım. Müslüman olmak bir avantaj olabiliyordu bu ülkede.
Arsa üç dönüm olup esas sahibi hanımın abisi idi. Endonezya’da sıradan halk “tapu” belgesi pek kullanmaz. Nedeni de işlemlerin çok pahalı olması ve yasa dışı ödemelerin neredeyse arsa maliyetine denk gelmesidir. Halk pratikte sorunu şöyle çözmüştür: Noter sözleşmesi düzenler, mülkiyetin şatışını belirler. (akta jual-beli). Arkasından gelecek tapulama işlemini yapmaz. Böylece gayri meşru işlere bulaşmadan mülkiyetine sahip olur. Her yerde bu işleri yapan noterlerin reklâmla karışık levhalarına raslamak mümkündü.
İlk karşılaştığımız sorun yasal olarak evi inşa etmemiz için “erte” denen resmi hükümet temsilcisi olan kişiden alınacak izin belgesiydi. O zamanın parası ile erte bizden yaklaşık “100 dolar” karşılığı olan Endonezya 1 milyon Endonezya rupisi istedi. Belge de verdi. Belge vermesine rağmen pungli dedikleri haraca benzer bir paraydı.
O zaman bu erte ne işe yarar diye merak ettim. Yaklaşık 3 yıl çalıştıktan sonra bir kitap ortaya çıktı. Kısaca adı “Erte” idi. Japonların İkinci Dünya Savaşı sıralarında kendi ülkelerinde kurdukları Tonarigumi (Endonezce Rukun Tetangga) düzenini Endonezya adalarını işgal ettiklerinde tüm Güneydoğu Asya ülkelerinde olduğu gibi burada da kurmuşlardı. Özü şu idi: 20-30 hane başına bir sorumlu amir atanıyordu. Sokak amiri denebilirdi. Muhtar yardımcısı gibi bir şeydi. İşin garibi işgalci bir devletin kurduğu düzeneği Suharto rejimi İçişleri Bakanlığı tüzük çıkararak yasal çerçeve içine sokmuştu. (1983 yılı 7 nolu Permendagri) Erte deyip geçmeyin lütfen; adamın verdiği belge ile “tapu” alabiliyorsunuz. Böylesine de güçlü. Sokak amiri Erte bey (Tuan Erte) belgeyi imzalıyor bir üstü olan erwe (sokaklar amiri) ise mühürlüyordu. Buroları kâh vardı kâh yoktu. Ev de de bu işi görüyorlardı. İşte bu adam bizden “komşular istemiyor, bir sürü aile var sorumlu olduğum” gibi gerekçelerle bizden “100 doları” kapmıştı.
Ev inşaatına başladık. Hanımla da dünyalarımızın “kaplumbağa ne kadar aya uzak ise o kadar uzak olduğunu” anladım. Kavga yapacak derecede tartışıyorduk. Her şeyi kabulleniyordum. Ama mutlaka yanlarda odalara bir pencere istiyordum. O kabul etmiyordu. Önden giriş cephesinde pencereler olacaktı. Başka yok. O böyle istiyordu. En sonunda bana şöyle dedi: “Sebebi şudur: hırsız çok var. O nedenle istemiyorum.” Pencerelere parmaklık yaparız diyerek, ikna ettim. Ardından ikinci tartışma ise banyo konusunda geldi. Çok tartıştık. Artık o kadar olduki Karadenizli gibi yanıp sönüyordum:”Böyle olmazsa Türkiye’ye geri dönecem” deyince kabullendi: Mutlaka küvetli geniş bir alafıranga tuvaletli olsun istiyordum. O ise küçücük, daracık ve alaturka türü bir şey istiyordu.
Tuvalet felâketini önce kaldığımız yerde ve Cakarta’da gezdiğim müzelerin arkasındaki mahallelerde yaşamıştım. Örneğin Jalan Kenari’de Mohammad Husni Tamrin müzesine 100 metre kadar yakında “tuvalet, banyo.çamaşırhane” işlevli bilemediniz 20 metrekarelik bir alana sıkıştırılmış; mahalleye para karşılığı bir- ikibin rupi (o zamanın parası ile yaklaşık 20-50 kuruş) üç hizmeti birden veren yer gibi. Hanımın beklentisi bile Endonezya sıtandartlarının üzerindeydi. Ama sıhhi değildi. Satırların sahibi tuvalet işini gören taşların hemen yanıbaşında elleriyle yemek yiyen ve o taşların üzerinde ihtiyacını gören odalarda yaşayan köylüleri görmüştü. Hastalık kapacağından korkuyordu.
Bu konuda da hanımı zar zor ikna ettik. Ev böyle bitince hanım dayanamadı ağlar gibi oldu. “Senin istediğin oldu. Ben yeni bir tuvalet istiyorum” dedi. Nerede yapacağız? Bahçeye duvarın bitişiğine, deyince kabul ettim. Bahçeye duvarın bitişiğine alaturka tuvaleti yaptık. Onun da istediği oldu. Ama ardından daha garip bir şey oldu: Hanım alafıranga tuvaleti kullanıyordu. Alaturkayı unutmuştu bile. Misafirleri oraya buyur ediyordu. Daha da garibi oraya bir de ablasının evinden bir saçak çekerek bir bayan kuaför salonu yaptı. Salon dediğim bitişikteki baldızın evi ile 2 metre mesafedeki duvar ile bizim evin duvarı yani kapıya açılan yer arasında su filtresi ile bahçe tuvaletinin de bulunduğu 6X2 m.ebadında zemini beton dökülmüş uzun bir hol gibi bir yerdi. Her iki taraftan da kapalıydı. Ön tarafı kapı ile kapı arka tarafı da duvar ile ama saçak kısmı insan giremeyecek kadar açık bırakılarak kapatılmıştı. Bahçe çitindeki bayan kuaförü anlamındaki “wanita salon” A4 ebadında kağıt üzerindeki iri puntolu siyah tahta kalemi yazısı; Amerikan kovboy filimlerindeki terkedilmiş kentte yalnız otel yazısı gibiydi. Eve patikalar arasından ulaşılıyordu.
30 dolara bir ay boyunca sabah 5-9 sürecinde adam çalışan bir köyde; hanımlar 20 dolara yakın para vererek saatlerce bizim köy salonunda bir taraftan geyik muhabbeti yaparken bir taraftan saç yaptırıyor, motosikletle getiren beyleri de çitin dışında bekliyordu. Hanıma dedimki beylerini bizim evdeki salona alalım bir çay ikram edeyim. Kesinlikle kabul etmedi. Hayat görüşümüz kesinlikte dönence ile ekvator kuşağı kişiliği arasındaki tam bir çelişkiyi andırıyordu. Japonların undei no sa (雲泥の差) “ aralarında dağlar kadar fark olma” dediği bir şey olmalıydı. Amacım bu noktada hiçbir şekilde şikayet veya olumsuzlama değil tam tersine bana böylesi bir çelişkiyi yaşatıp da şimdilik 30 kitap yazmama neden olan bir insanın farklılığını anlatmaktır.
Bu noktada sadece; derilerin sertlik oranının coğrafi ve kültürel ve ardından dinî kişiliği ne kadar etkilediği hususunun ilâhiyatçıların veya ulamanın dar ufkuna bakılmadan her açıdan incelenmesi gerektiğini yazacağım. En küçğk bir dokunuşta hemen ezilen bükülen ve hassaslaşan kendinden geçmiş “Amok Koşucusu” kimliği ile karşı karşıyayız. Sorunun bu şekilde ele alınması bize ufuk verecektir sanırım. Tarikatların, bağnazların fink attığı Türkiye ve Endonezya coğrafyasında buna çok ihtiyacımız var. Her neyse.
Köşesinde mutfak olan geniş bir salon, çalışma masası içinde geniş cibinlikli ranzalı bir misafir odası, içinde özel tuvaleti olmayan ebeveyn yatak odası ve banyo olan mütevazi bir evdi. Endonezler ne kadar yoksul olsalar da mutlaka evebeyn odasına bitişik “lavabo banyo tuvalet” işlevlerini gören gören hususi bir yercik ilâve ediyorlardı. Nedenini yorumlayabiliyorum ama hala çözemedim sanırım. Mobilya denecek bir şey yoktu. Çevreye uyum için almadık.
Gelelim esas soruna: Fosseptik…. Netten girdim. Baktım sıhhi fosseptik, nasıl diye. Etrafı betonla çevrili bir çukur olmalıydı. Kavga gürültü birikete dönüştürerek kabul etti bizim hanım. O da öyle çözüldü. Yaklaşık 3 senede bir kez bu işi yapan özel şirketlere telefon edip küçük tankerlerle geliyorlar ve 30-50 dolar arası bir ödemeyle fosseptiği boşaltıyorlardı. (perusahaan sedot)
Bahçede bir köşeye bir kedi yuvası yapmaya başladım. Hanım “yılanlar var, yerler” dedi yaptıramadım. Evi bahçeden dörrt taraftan duvarlarla çevirmek gerekliydi. Onu da paralar bitti yaptıramadığımızdan vazgeçtik.
En çok istediğim ise şuydu: Yağmurölçer aleti için 2X1 m. ebadında platforrm yaptırdım. Ama onu da hırsız korkusuyla alamadım. Bu son derece gerekli ev kadar acil bir ihtiyaçtı. Her gün ölçüm yapıp yıllık yağışve nem ortalamasını bulmalıydım. Bu gerçekten Japonların doğru dürüst istatistik tutulmuyor dedikleri Endonezya için gerekliydi. Ben de Endonezya Meteoroloji gönüllüsü olmak istemiştim. O da güdük kaldı. Bir yıl üç ay boyunca beton üzerinde öğle sıcağında yatıp güneşin tadını çıkarmaktan başka bir şey yapamadım. Tabi hanım yılan (ular) küçük kertenkele (çek çak) diye bağırana kadar.
Suyun ne derecede hayati önemi olduğunu Waru Jaya köyünde anladım. İçinde yüzde 7 sidik var diye İstanbul Belediyesi suyunu 1980 lerde analiz eden ITÜ lü hocalara bir diyeceğimvar: Şükredin o suya.
Ekvator kuşağı üzerinde 10-20 metreden su fışkıran topraklardaydık. En yakın fosseptiğin 30 m. civarında olduğu evin önüne bir kuyu (sumur) kazdırdık. (15 metre civarında) Japon malı en iyi su motoru (air sumur) satın aldık. (yaklaşık 100 dolar) Ama daha takmadan hırsızlar çalmıştı. “O kaliteli” diye izah etti baldız. Her neyse kalitesizler çalınmaz diye bana sormadan İtalyan malı bir su motoru aldılar. Kuyunun üstünü iyice kapattık ki çocuk vardı ve çok tehlikeliydi. Ardından bu suyu sadece banyo ve çamaşır için kullanmayı düşünüyordum ama içim rahat değildi. Bir su filtre cihazı aldık. Kore malı idi. Filtre cihazından geçen su temizlenip evin üstündeki tanka gidiyor oradan eve dağılıyordu. Ancak suyu içmek ve kuyu suyundan yemek yapmak taraflısı olan hanımı zorla ikna ettim ki bu sadece çamaşır ve banyo için. İçme ve yemek suyunu ise en yakın 7 km. olan Ramayana market ve 25 km. uzaktaki Carfur Lebak Bulus’tan getirtiyorduk. Meşhur Aqua şirketine ait 10 kg.lık damacana idi. (Yaklaşık 1.3 dolar) Ancak onun da sahtesi varmış; haberim olmadı. Haberim olduğunda çocuk ta ben de hastalanmıştık. Doğu Cava, Pare kentinde 1950 lerde araştırma yapan Amerikalı profesör Cliffort Geertz ve eşi de bu nedenle dizanteri ve tifo olmuştu sanırım. Doktor, doktor geziyordum. Çocuk ise doktora değil de “dukun” dedikleri bizdeki cinci hoca-doktor karışımı bir adama gitti ve iyileşti. (Yaklaşık 2 dolar maliyetle)
Endonezya gerçekten cennet gibi bir ülkedir. Ben burada sadece gördüğümü ve yaşadığımı yazıyorum. Hatalı yazabilirim, ama önyargım yoktur. Endonezya hastasıyım. Ayağa kalkarsa tam ayağa kalkar ve Dünyada hak ettiği yeri alır. Din ticareti yapanlar gibi yalan ve palavram yoktur. Kısacası bir Cava köyünde yaklaşık 7 bin dolara yakın gider ile 5 işçi-ustayı günlük 10 dolara çalıştırarak 2012 Ağustos-Aralık sürecinde inşa ettiğimiz tek katlı mütevazi benim “cennetin üçüncü katı” bizimTemelin adresini verdiğim diye adres verdiğim bir köy evinin öyküsüdür. “Cennet gölü” (danau surga) dediğim gölü bile vardı: Muhteşem ekvator yağmuru bir iki saat yanınca geçici olarak oluşan yaklaşık 100X150 metre ebatlı bir gölcük idi. Akşamdan sonra kurbağaların vrak, vrak diye ötmeye başladığı, yeni çıkmış sineklerin insan kanına saldırdığı ve de gördüğünüzde; cennetin üçüncü katı, görmediğinizde ise cennetin beşinci katı diye şimdilerde buram buram özlediğimiz bir köy evinin öyküsüdür.