Endonezya 4. Devlet Başkanı Abdurrahman Wahidi’nin İslâm’ın yerlileştirilmesi (pribumisasi İslam) ile Amerikalı insanbilimci Cliffort Geertz’in Endonezleştirme (indigenisasi) terimlerinin yanısıra kurucu devlet başkanı Sukarno’nun kızı Sukmawati’nin polisiye vaka olan Ibu Indonesia (Endonezya Annesi) şiiri milli din tartışmasını son günlerde alevlendirdi. Sukmawati hanım ayrıca son günlerde babası Endonezya kurucu devlet başkanı Sukarno’nun 1945 Anayasası’na da koyduğu Beş Ulusal Ülkü (Pancasila) ile Kuran ve Hazreti Muhammed’i kıyaslama yapan konuşmalar yapıyor ve tepki çekiyor.
Pancasila’yı bir başka yazımızda açıklayacağımızı burada duyuralım.
Gus Dur ünvanlı, İslâm davası güdücüsü, ilâhiyatçı, (kiai) ve Endonezya’nın en büyük dini teşkilatı İslâm’ın Uyanışı Cemaati (NU) başkanı özellikleriyle devlet başkanı olan Abdurrahman Wahidi (Ekim 1999-Temmuz 2001) 1980 li yıllarda ilk kez pribumisasi sözcüğünü üretmişti.
Geertz asimile edilerek “tekdüze bir toplum üretme” ülküsünün baş eylemcileri olarak gördüğü hemen hepsi ana bütçeden beslenen ulama, dindar gençler devlet adamları sınıflaının başını çektiği yğınların “milli din” ülküsüne yatkın ama hiçbir zaman asimile edilemeyenleri de asimile edecek kadar güçsüz olduklarını düşünür.
Burada aranmakta olan tekdüze din icraatları arayanların kendi aralarındaki bölünmüşlüğü ve uzlaşmazlığı “nasıl bir İslâm zihniyeti mi yoksa nasıl bir din zihniyeti mi” sorunsalı bizi esas çözülmesi gereken dingil merkeze götürür.
Tek düze toplum, doğal olarak tek düze İslâm idi ama Ramazan Ayı’na ne zaman başlanacağı konusunda bile tek gün üzerinde uzlaşamayan cemaatler ile Eduard Douwes Dekker’in birbirinden nefret eden Cavalılar, diye muhtesem Multatuli (1860) eserinde belirttiği bir kişilik önlerinde duvar gibi yükseliyordu.
1965-1998 arasındaki dönemde din adına iki önemli olay oldu: Birisi santri denen yatılı İmam Hatip Mektepleri (ponpes) öğrencilerinin bayraktarlığını yaptığı saldırılarda (Gerakan 30 September) köylerdeki abangan sınıfının temsil ettiği yazılı olmayan İslâm hocalarının önderliğini yaptığı halka karşı acımasız katliamdı. Diğeri ise ile 1975 yılında Suharto’nun emriyle kurulan ve resmi İslâm’ın sözcüsü olan Endonezya İslâm Bilginleri Meclisi (MUI) idi.
Suharto MUI aracılığıyla İslâm dinini tekdüzeleştirme veya en azından baskın bir devlet İslâmı üretmeyi amaçlamıştı. Tıpkı idari yerleşim birimlerini de aynı zihniyetle 1979-5 tarih sayılı Köy Yasası temelinde tekdüze yapmayı amaçlayıp başaramaması gibi. Emir demiri keser zihniyeti idarede egemen idi. İşte böyle bir idari bakış ve anti komünizm havası içinde yazılı İslâm temsilcilerinin hem siyasi hem de sosyal yaşamda arenaya salınmış boğa gibi serbest bırakılmış oldukları süreç 1965-2001 arasında egemen oldu.
36 yıl toplumda kök saldı. Sürecte İran devriminin doğrudan zihniyeti siyasi tesir altına aldığı yadsınamaz. Üçüncü devlet başkanı ile Habibi (Mayıs 1998-Ekim 1999) dördüncü devlet başkanı Abdulwahit zamanında İslâmi ülkü örgüsü; dini dava güdenlerin elinde milli bir din beklentisinden uzaklaşıp İslâm paradigmasının yok edilerek adeta kendiliğinden rafa kaldırıldığı bir süreç oldu. Mayıs 1998-Temmuz 2001 arasında iki İslâmcı devlet baskanı 38 aylık sürede milli bir ülke için milli bir din bakışını topluma yayamadılar. Milli bir din ülküsü; doğal olarak yolsuzluk, adam kayırma, baştan savma iş yapma (KKN) idari zihniyetine karşıydı.
Gırtlaklarını yırtarcasına Hazreti Ömer adaleti diye bağıranların elinde İslâmi ülküler; hayal olmaktan öteye gidemedi. Kitabi din savunucusu Abdurrahman Wahidi belki de böylesi bir beklenti içinde Geertz’in Endonezleştirme terimi yerine pribumisasi terimini kullandı. Bir jargon değildi. Çünkü bizde de son günlerde 15 Temmuz 2016 vakasından sonra söz konusu edilen “güncelleştirme” yi hatırlatan bu terim kamuda çok tartışıldı. Bok böceğinin bok tepesinin etrafında dolaşması gibi bir şey izlenimi veren bu kavramlar yine de bir cesaret bulup sorunun özüne değinmeden sorunu çözüyormuş gibi toplumu uyuşturucu işlemi görmekten öteye bireysel şuurun inkılabına yardımcı olabileceğini umuyoruz. Bunu gelecek gösterecektir. Siyasilerin kitabi mi yoksa yazılı olmayan din mi ikilemini düşünmeden dönüşüm ve gelişime açık tavır ve icraatları öncelikle akademik kesimde destek bulmalı ki halk yığınları kolayca benimsesin.
Bu nedenle Endonezya’da “pribumisasi” beklentisi 1998 Mayıs katliamı ile son bulan Suharto Dönemi ardından esen havada ülkede hayatiyetini korumalı ve sürdürmeli ve bir olguya dönüşmeliydi. Tıpkı ülkemizde “güncelleştirme” kavramını ortaya atan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dinsel akademik çevrede gereken desteği hak etmesi gibi. Ama her iki ülkede de gözlemledik ki din davası gütmeyen sıradan halk ile din davası güdenler arasında dağlar kadar vardır. Halk uzlaşmaya açıktır, ama din davası güdenler ise iman-din ikilisinden birisi var diğeri yok denecek derecede uzlaşmaya adeta düşmandırlar. Uzlaşma ise zihniyetindeki sivrileri törpülemekle oluyor. Toplumların kırılganlaşması, din bağnazlığından uzaklaştığı ve yakınlaştığı oranla doğrudan ilişkilidir.
Sözkonusu ıstılah Hamdani’nin yazdığı; Endonezya Din İşleri Bakanlığı’nın çıkardığı Adalar Ülkesi Endonezya İslâm Ansiklopedisi (Ensiklopedi Islam Nusantara, 2018) Pribumisasi İslâm maddesinde açıklanmaktadır. Syaiful Arif’in yazdığı Gus Dur İnsanseverliği; İslâm’da Mücadele ve İnsaniyet (Humanisme Gus Dur: Pergumulan Islam dan Kemanusiaan, Yogyakarta: Arruz, 2013) Ahmad Baso’nun yazdığı Yerel Muziplik: Siyasi Yerlileşmiş İslâm (Plesetan Lokalitas: Politik Pribumisasi Islam, Jakarta: Desantara, 2000) Abdurrahman Wahidi’in yazdığı Devlet Din ve Kültür Mücadelesi (Pergulatan Negara, Agama dan Kebudayaan, Jakarta: Desantara, 2000) adlı eserlere dayandırdığı maddede Gus Dur’un ne demek istediğini açıklar: Gus Dur’a göre “İslâmi Yerlicilik” yani pribumisasi terimi, (gagasan) yerlileşmiş İslâm beklentisi içinde yerli halkın (öz; asli) karakteri veya kültürüyle bütünleşmiş veya yerlilere ait olan çaba veya süreçleri ifade ederek Hz. Muhammed'in getirdiği bir din olup Kur'an'a dayanan ve Yüce Allah'ın vahyiyle dünyaya bildirilen esasları kasteder.
Gus Dur'a göre, pribumisasi Islam bir tarafta İslâmiyetçilik diğer tarafta ise kültür ile din arasında bir uzlaşmadır. (rekonsiliasi) Bu uzlaşma, müslümanların hukuki farkındalığı ve adalet duygusunu içeren bağlamsal etmenleri göz önüne alarak vahyi anlamalarını gerektirir. Abdurrahman’ın ortaya koyduğu tarihsel gerçeklik ve teorik yapının ortaya çıkardığı İslâmiyetçilik kavramı özellikle müslümanların resmi İslâmi metinler ile toplumsal değişimin getirdiği hayatın gerçekliği arasındaki gerilimi kırmaya çalışır. Bunun yanısıra özellikle dini öğretilerin normatif doktrinleri ile toplumun kültürel algıları arasındaki normatif doktrinler arasındaki mücadeleyi idrak etmek için İslâm'ın çalışmasını kültürel konulara kadar genişletir.
Bu açıdan, Abdurrahman Wahidi İslâmi yerlileşme teklifi, din ve kültür arasındaki kültürel gerilimlerin (ketegangan) eğilimi (kecederungan)konusunu hedef alır. Din sabit bir kurallar ağıdır, kültür ise her zaman değişen bir anlamlar ağıdır. Gus Dur'a göre, din (İslâm) vahiy kaynağına ve kendi normlarına sahiptir. Normatif olduğu için kalıcı olma eğilimindedir. Kültür insan yapımı olduğundan zamana göre gelişir ve daima değişme eğilimindedir. Bu fark, dinsel yaşamın kültür biçiminde olası bir tezahürüdür. Bu durumda halkın bir kesimi onu çevreleyen toplumun kültürel köklerinden sökülüp uzaklaşma yönüne doğru ivme kazanır. Abdurrahman Wahidi bu kültürel alanda, bazı müslümanların yaşadığı kimlik krizine Araplaştırma sürecinin neden olduğunu keşfetti.
Halk bazı çevrelerin tesiriyle kültürel köklerinden yoksun bırakılıp aslından uzaklaştı. Yani, Arap tarzı evrensel İslâm'ı dayatmaya devam eden bazı müslümanlar, ideal İslâm tipiyle uyumsuz görünen toplumun kültürel gerçekleriyle yüz yüze geldiklerinde kimliklerini okuma konusunda yetersiz kalıyorlar. Bundan, İslâm'ın simgesel tezahürünü sorgulama heyecanı doğar. Bu da İslâmi kimliğin görsel olarak gösterilmesi gereğini ortaya çıkarır. Kimlik krizi İslâmi ülkücülük (dakwah) bakımından öncelikli ölçeklerin yanlış hesaplanmasına neden olmuştur. Gus Dur'a göre, hata; İslâm'ın asıl amacı veya yaşamı görüşü (weltanschauung, syibh nadhariyyah anil hayah) ile ilgili bir anlaşmanın olmayışına işaret eder. Bu da göstermektedir ki müslümanlar; sosyal olarak resmi hukuki normativite ve yasallığın ortasında camia gündemlerini ayarlamak zorundaydılar. İslâm paradigması ile etik olarak gerçekleştirilebilecek kültürel İslâmi bir toplum geliştirme ana gündemini unutmak için adeta mahsur kaldılar.
1602-1945 döneminde Felemenk ve Japon sökedüşler izin verdiği ölçüde devlet dini, din önderleri (penghulu, kiai vb.) izin verdiği ölçüde ilmihal dini, 1945-şimdiki dönemde ise devet adamları (bangsawan) izin verdiği ölçüde idari ve siyasi İslâm kuramı geliştiren halk adeta sur içinde mahsur kalmış, kuşatmadan sıyrılıp su içmeye çıkacak kadar hürriyeti arayan bir hava soludu. Genel bütçeyi kontrol edenlerle (presiden, bupati) iyi geçinenlerin yardım ve destek aldığı din önderleri (pemimpin agama) yerel dini değerler değil de ikbal ve servet için yaşadılar. Gus Dur, bir ilâhiyatçı iken icra makamının en tepesine geçip koltuğa oturduğunda Pribumsasi Islam kuramının ne kadar gerekli olduğunu idrak etmiş;yerli,yani milli ve üzerinde ana hatlarıyla uzlaşı sağlanmış, kargaşa üretmeyen bir İslâm ülküsü hayal etmişti. Nitekim 6. ve 7. devlet başkanları SBY ile Jokowi (2004-2024) tüm ülkede tek günde oruca başlama sorununu çözmek için niyetlerini dile getirmekteler ama ülkede hala 4 ayrı günde Ramazan ayına başlama kargaşası sürüp gitmektedir.
Daha somut belirtirsek Gus Dur’un bu görüşünde ısrarcı olmasının ana nedenlerinden birisi ülkede yaşayan Arap asıllı Endonezler içinde ağırlıklı olarak çok etkin olan Hazreti Muhammet soyluların geliştirdiği söylemlerdir. Veyahut somuttan genele doğru gidersek ülkede hızla yükselmekte olan İslâm çerçeveli Endonez halkının çoğunluğunun da hiç bir şekilde benimsemedigi aşırı ve köktenci İslâm söylemlerinin sayıları az ama gürültüsü çok seslerinin yükselmekte olduğunu görmesiydi. Arap asıllı Endonezler (peranakan Arab) içinde “orang habib” denen bir sınıf vardı ki bunlar gerçekten çok etkindi. Büyükelçilerin ziyaret ettiği, öldüklerinde devlet başkanlarının evlerine taziye ziyaretine gittiği habibler adeta ayrı bir millet gibi filamaları olan Majelis Taklim denen cemaatlerin liderleridir.
Onlar Endonezya’da her şeylerini bulmuş, ama vatan ve millet olamamış adeta Geertz’in dediği gibi hiç bir zaman erimeye müsait olmayan ama her zaman da aynı dini soluyan bir garip çelişkinin aktörleridir. İşte bu kişiler kıyafetleri Arap fistanı, lisanları ise Endonezce olan dindaşlar olarak Arapça düşünen ama Endonezce konuşan kişilerdir. Halk arasında tefeci (rentenir) olarak da nitelendirilen bu kişiler Hazreti Muhammet soylu olmanın ayrıcalığını sonuna kadar kullanmaya kararlıdırlar. Zaman zaman Endonezya yerli hoca sınıfı (kiai) ile İslâmi konularda hararetli tartışmalar yaparlar, toplum gündemini işgal ederler. Örneğin İslâm Savunma Cephesi (FPI) örgütü önderi Habib Riziek ile Nahdetul Ulama (NU) lideri Kiai Aqil Siraj arasında keçi sakalı (jengkot) bırakmak konusundaki tartışma gibi. 2015 yılında gündemi işgal eden kırıcı keçi sakalı tartışmasında olduğu gibi pribumisasi terimi bu açıdan bir nevi Arap asıllıların ayrıcalıklı İslâm zihniyetine karşı bir tepki olarak görülebilir.
Geertz tanımlamasını lisanı ve dini ayrı olan Çinliler ve benzerleri için yapmıştı ama habibler Endonezleşmiş Arap olmanın dışında Endonezya’ya verecekleri alacaklarından daha az bir görüntü içinde yaşamaya devam ediyorlar. Pribumisasi eğer tutacaksa önce Hazreti Muhammet soyluların toplumun bağrında yer ettiği “kutsallık” ve “dokunulmazlık” zırhından sıyrılmaları gerekiyor. NU yerli İslam (Pribumisasi Islam) sesini ne kadar gür çıkarırsa o kadar çekişme ve çatışmalar süreceğe benzer.Endonezya toplumundaki bu canlı ve de çoksesli koro dinamiğinden alternatif bir İslâmi hareket gibi sahte bir ideolojiyi gösteren bir yarı hayat görüşü (weltanschauung, syibh nadhariyyah anil hayah) doğdu.
Abdurrahman'ın Ebul Ala El Mevdudi gibi figürlere atfettiği hareket, simgesel, sloganist bir ütopyada, halkın operasyonel düzeyde idealizmini aşağı düşürmeden böylece hareketin sona ermesi, yalnızca dini gücün en yüksek erki olarak mutlak güç veriyordu. Yerlileşme konsepti ile Abdurrahman, mutlak, evrensel ve kalıcı dini öğretiler ile daima değişen kültürel ihtiyaçlar arasında yerel ve akraba olan köprüleme yapabilen dini ve de bilimsel metodoloji gerçekleştirmeye çalıştı.