Bir Arap atasözü elleyletu hubla “geceler gebedir.” der. Türkçemizde “sabah ola harman ola” derler ya. Bekleyelim bakalım geceyi sabaha kadar, hamile annenin getirdiği müjde belki de bizlere çok daha hayırlı haberler sunacak ve fırsatlar verecek. Endonezya üzerinde çalışmaya başlayalı yaklaşık 6 seneyi dolduracağımız şu günlerde “Endonezya’da Özerklik” kitabımızın ikinci cildi üzerinde çalışırken gerekli gördüğümüz alt başlıklar üzerinde bazan çalakalem bazan da ciddiyetimizi toplayarak yazdığımız makalelerdir. “Gün ola harman ola” duygusuna da süreçte kapıldık. Kitaplara bir yayıncı bulamamıştık. Okuyan da yoktu. “Hocam Endonezya nire, okuyan olmaz” diyenler Türkiye’de üniversite bitirmiş kişilerdi. Öyle ya Endonezya nire, Türkiye nire.
İslâm deyip de ilgiyi çekmeye çalıştığımızda ise tam tersi bir tepki beklerken daha da kötü bir cevapla karşılaşıyorduk. Herkesin kendi İslâm’ı doğru ve mutlak olduğu için Endonezya İslamı’nı öğrenmeye gerek bile yoktu. ”hiç anlatma” deyip daha baştan ilişkiyi kesiyorlardı.
Ama garip bir durum var. Ama Kur’an Kursu açmak ve kendi mutlak doğrularını tebliğ etmek söz konusu olunca hemen Dünyaya açılan bir zihniyet var. Bir sürü din davası güdenler Endonezya’da Kur’an Kursu açmak için canla başla uğraşıyorlar. Bu kafanın 1602 yılında Endonezya’ya gelen Felemenk sömürgenlerin ufkundan bile geride kalmış olduğunu söylemek zorundayız. Yıl 2015 Kuran Kursu açmak için İslâm ülkelerinde canla başla çalışanlar ile yıl 1602 Felemenk ve İngiliz sömürgenleri karşılaştırıyorum. Aralarında ne fark var? Belki bir kısmısı fakir fukara çocuğuna Kuran öğretecek bu kadar acımasız olma diye içimden bir ses geliyor. Buraya kadarına bir şey demiyorum. Ama gördüğüm manzara bir felaket; balık tutmayı mı öğreteceğiz yoksa balığı sadaka mı vereceğiz? Bu insanların neye ihtiyacı var? Müslümanlar birbirinden adam çalınca bu mu tebliğ oluyordu? Şiiler de habire çalışıyor bu amaçla. Kısaca bizim işimiz; İslam zihniyetinde kilitleniyor. Kendi mutlak doğrumuz söz konusu oldu mu ne ülkemiz var, ne de bayrağımız. Nitekim Pensilvanya tapınağı da bu yola girdi. Sonuç meydanda. Acaba Endonezya’yı kurtarmak için yeminli ve iştahla çalışan din kardeşlerimiz bu çocuklara Pegadaian şirketinin devlet adına % 30 faizle rehin karşılığı borç vermesinin İslâm ekonomisi olamayacağını öğretselerdi nasıl olurdu? Bu Pegadaian şirketi kısaca MUI dedikleri Endonezya İslam Bilginleri Kurulu’ndan da helal fetvasını almıştı bile. Yetmedi bu şirketi 1901 yılında Batı Cava, Sukabumi’de Felemenkler kurmuştu. Bu din kardeşlerimize hafızlık kadar zihniyet de gerekiyordu. Ama bizim tebliğcilerin böyle bir amacı varsa onlardan peşinen özür dilemek gerekiyor. Böyle bir işaret görmedik şimdiye kadar. Uyuyoruz..
Türkiye uyuyordu. Nusantara yani Endonezya’da böyle; Uyuyor. Hala uyanmamış. Uydukça uyuyor. Geceleri hep aşağı yukarı 12-13 saat arasında gidip gelen bir ülke ama ekvatorda sıcağa yatmış uyuyup bekliyor. Bekliyor ama bir gün uyanacak: Bir dev. Gecelerin yükünü taşıyan, yükü doldurmuş sepetine ve kazanına; harmanlayan harmanladıkça da ürününü olgunlaştıran bir ülke: Endonezya. Eğer bir gün George Modelski’nin İngilizce yazdığı 1956 tarihli Endonezya adlı eserini okumak nasip olursa o zaman uyuyan devin içeriğini daha iyi anlayacağız. Endonezya yüklü geceleri bitirip nakus talihini yenecek iradeyi arıyor.
Sorunumuz yaşadığımız dindir, bize teslim edilen din değildir.
Yeryüzünün en büyük İslâm ülkesi doğal varlık zenginliği dünya çapında, katma değer yoksulluğu ise bir o kadar muhteşem bir zıtlık içindeki çelişkiyi yansıtıyor. Tüm İslâm ülkeleri böyle; katma değer, teknolojik marifet üretemiyor. Endonezya gibi. Yetenekleri mi yok? Böyle konuşmak Alah’ın adil sıfatına aykırı bir kere. Yetenek var. Ama örgütlenme yok. Örgütlenenler başarıyor kısaca. Hepsi bu. Maliye, ülke örgütlenmesi ve şirketlerden, eleman aileden, idare de bilim adamlarından gelince üçlü ayak tek ayak üzerine yükseliyor. Hepsi bu. Ama biz adam kayırma ve akrabacılığı İslâm ile özdeşleştirince fakirliğe ve sefilliğe talim etmeye de dini kılıf uyduruyoruz. Bizim sorunumuz yaşadığımız dindir. Yoksa bize teslim edilen din olamaz.
Biz de böylesi bir haleti ruhiye içinde “geceler yüklüdür” diyoruz. Beklemiyoruz sabırla. Çalışıyoruz sabırla. İstediğimiz; Endonezya’yı daha yakından tanımak. Dünya’ya Endonezya ve Türkiye üzerinden bakmak. Bize ve insanlığa, ülkemize ve İslam dünyasına çıkarılacak çok ibret verici ders var. Bu beklenti içinde de geleceğe umutla bakıyoruz.
Endonezya aslında okyanustan bir damla mesabesindedir. Endonezya’nın çift başlı eğitim sistemi içinde çok önemli bir yer işgal eden Pondok Pesantrenler yine Japonların İşgal Dönemi gibi konular üzerinde çok değişik doktora tezleri yazılabilecek engin sahalardır. Alan daraltsak bile yine de konuların bir alt başlık sandığımız yerde büyük bir ünite gibi karşımıza çıktığını gördük. Bu Endonezya’ya özgü bir bir niteliktir.
Japonlar Endonezya nire, Tokyo nire, demiyor, Türkiye’deki Antalya yörüklerinin yaşamını birlikte yaşayarak kitap yazanlar da var: Yuuboku Minzoku No Chie “Yörük Mahareti” Toruko No: Kotowaza, Naomasa Oshima, (直政大島・遊牧民族の知恵・トルコの諺)1979 Tokyo, 191 sayfalı Cep kitabı. Devam edelim İstanbul’un kenar mahallerindeki hanım kızların bekâret zihniyetinden tutunuz siyasi rejim üzerindeki doktora çalışmalarına varıncaya kadar JICA, JETRO gibi Japon resmi kurumları patenli onlarca araştırmayı gördükten sonra tekrar düşünmek zorundayız. Evet kendi kendimize düşünüp kendi yolumuzu kendimiz çizemiyorsak hiç olmazsa başkalarına bakıp yolumuzu çizelim. Bu da marifettir. Yoksa “Japonlar gelecek, ülkemize yatırım yapacak, Türkiye uçacak” diye sanal ortam gazetelerinde din sermayesi satan Pensilvanya tapınağının aşağılık mensupları gibi hem din satışı hem de ülke satışı yapmayalım. Birinci sınıf ülke olmamız için birinci sınıf düşünmemiz bunun içinde sağ ve sol omuzlarımız üzerindeki boynumuza bağlı en tepe noktamızda mübarek organımızı çalıştırmak için inat etmekten başka çaremiz yok. Dostumuz da yok. Yeteneğimiz var. Felsefemiz yok. Aklımız var. İşletim sistemi durmuş. Hafızamız var. Kayıt etmek yok. Kayıt kuyudat var. Okuyup tedebbür etmek yok.
Dost acı, düşman ise yalan söyler ve hiç uyumaz. Endonezya ve Türkiye coğrafyaları uzak ama İslâm söz konusu olunca çok yakın iki ülkedir. Bu kadar basit bir gerçeğin üzerine inşa edilecek araştırmalar ülkemizin geleceğine ışık tutacaktır. Emin olunuz.