Neden İslam dini bu alanda baskın olarak 11-16. asır arasında yerleşti? Konu ile ilgili akademik bir araştırmamız yok. Ancak 6 yılı aşan Endonezya araştırmaları ve 2 yıl üç ay içinde 2011 Kasım-2014 Şubat arasında neredeyse tamamını taksi ile gezebildiğimiz Cava adası gözlem ve izlenimlerimize dayanacağız. İslam dini neden yayıldı? diye soruyoruz. Bu aslında “hiristiyanlık neden yayılamadı?” sorusunu da beraberinde getiriyor.
Kanaatimiz o dur ki Felemenkler 1602 yılında çıkarak 1755 yılına kadar kuzey sahillerinden güneye içerilere doğru ilerledikleri Cava adasında sadece “sömürü” amaçlı ekonomik ve askeri tutunma gayreti içinde olmadılar. Aynı zamanda doğal olarak “kültürlerini” yani “hiristiyanlığı” da beraberlerinde getirdiklerinden “din” zihniyeti de adada yayılsın istediklerini hiç kimse inkar edemez. Ancak insan psikolojisi doğal olarak kendisini sömüren ve köleleştiren kişi ve millete karşı tepkili olacağından, süreçte adaya gelen “Arap tacirler” (Orang Hadramaut) şanslı idiler. Kanımızca bu şans yayılmada çok etkili oldu. İslam dini hak din olduğundan dolayı böyle oldu diye yorum yapan ve müslümanların düşünmesine adeta düşman ve kalbine hitap eden kuramları bir tarafa atarak tarih, iklim, ulusal karakter üzerinden bakmak gerekir.
Şöyle düşününüz; sizi sömürenler sadece topraklarınıza değil, kızlarınıza da el koyuyor. Namus meselesi değil mi şu uygulama: Odalık olarak kullandıkları kız çocuklarını “nyai” olarak bile düşünmeden onlardan doğanları veya melez olanları bile ayırarak “üç gurup” (tiga golongan) yaparak maaşları bile üç ayrı ilmühaber üzerinden ödeyerek ayrımcılık yapıyor. Avrupalı, Yerli, Melez. (Orang Eropa, Bumiputra, Peranakan) Aşağılıyor. Hiç düşünme yeteneğiniz gelişmemiş olsa bile “ülkesi” için dinini kullanan bir “beyaz” ırkın dinine sıcak bakamayacağınız kesindir. Neden halka pirinç dağıtarak hiristiyanlığı yayma uygulamasının başarı kazanamadığını bu noktada aramak gerekir. Adalarda toplumsal savunma ruhiyatı, çaresiz edilgenlik içindeki benimsememe İslam dininin ufkunu açmıştır.
“İklim” ise kanımızca İslam dini için böylesi bir haleti ruhiye içinde bir başka avantaj olabilirdi. Yıl boyu 23 dereceden aşağı inmeyen bir sıcaklık ve yıllık ortalama batı bölgelerinde 2500-4000 kilogram (Sumatra, Cava adaları) doğu bölgelerinde 1000-1500 kg. (NTT, NTB adaları) yağışı ve yıl boyu gür akan ırmakların getirdiği yılda üç kez hasada çıkabilen bereketli mi bereketli topraklar. Böylesi bir toprak üzerinde ekvator enleminde “sabah namazı ve kahvaltısı” için harcanacak azami 2 saati; yıl boyu hiç değişmeyecek şekilde saat 4-6 arasına yerleştirebilirsiniz. Müslümanın öbür dünya ile ilişkisini sabah namazına kalkıp temin etmesinin ardından bu dünyada yaşaması için gerekli pirinci temin edeceği evin önündeki çeltik tarlasında saat 9 azami 10 a kadar verimli bir çalışma vakti kalıyor. Bu vakitten sonra aniden bastıracak olan kavurucu sıcağa karşı sabah namazına kalkmanın verdiği altın bir fırsat ve bereket olmalıydı. Saat 9-10 a doğru zaman adeta koşarken tarlada ter dökmeden verim almanın keyfi ibadetin ardından çok hoş olmalı dünya-ahiret ikilisini bir araya getirmeliydi. Kanımızca İslam dininin yayılmasının esas nedenlerinden birisi bu olmalıdır. Aslen ataları Budist ve Hindu olan müslümanlar böylesine bir iklim ortamında yeşerip geliştiler ve yayıldılar. İslam avantajlıydı. Daha açıkça şunu da ifade edebiliriz. Eğer sömürenler müslüman olsaydı sömürülenler hiristiyan durum tersine dönebilir miydi? Her şeyi ama her şeyi “din” merkezli yaşayan güneydoğu Asya halkı için bu da geçerli olabilirdi. İslam neden avantajlıydı sorusunun iklim açısından böylesi bir izahın üzerinde durmak gerekir.
Zamanın adeta durduğu bir topraktan söz ediyoruz. Her zaman hep sanki aynı zaman dilimi gibi. Asırlarca böyle. Hergün ama her gün. Böylesi bir toprakta oluşan ulusal karakter ve sorumluluk/sorumsuzluk tamamen din zihniyeti ile aşılması gereken bir sorun idi. Aşağı yukarı tüm ülküler ve peşinden gidilen değerler dinden yani İslam’dan devşirilip beyinlere işleniyordu. Şimdi de böyledir. Sadece ve sadece dine ve o dinden aldığı zihniyete dayanarak kazanacağı meleke ile ayakta kalabilirdi. Barınma, giyinme, beslenme gibi üç ana temel ihtiyaç yanında temizlik, dürüstlük gibi temel ahlaki konulara bakışları ise gerekli düzeyi yakalayamıyor. Yine bu noktada kadın, sanat, yetenek, zeka gibi konularda ise düzeyin üzerinde olmalarını da ekleyip çelişkinin Tanrı’nın vergisi nimetlerden değil de nimetlere yapılan müdaheleden olduğunu hemen anlarız. Şeriat okulunda okuyan bir liseli kız çocuğunun erkek arkadaşlarını evine davet ettiği bir İslam ülkesinden söz ediyoruz. Bu açıdan baktığımızda da gerek hiristiyan gerekse müslüman Endonezlerin aşağı yukarı aynı ulusal karakter içinde tepki verdiklerini ve aynı düzeyde kaldıklarını görüyoruz. Gerçi daha samimi olarak itiraf edersek hiristiyanların nisbeten düşük bir oranda daha kaliteli bir yaşam tarzını yakalamış olmalarını da eklemek gerekir.
İKLİM, ANATOMİK RUHİYAT VE ULUSAL KARAKTER
DİNE BAKIŞI YÖNLENDİRİYOR
Coğrafi kader ulusal karakterin istikametini belirler. Din zihniyetiyle bakalım. Şuna ne demeli; yağmur berekettir, diymi. Ama Endonezya’da yağmur “sel” ve “musibet” diye algılanıyor. Neden böyle? Suyu yağmuru berekete dönüştüremiyor. Sonra da “Tanrı’nın belası yağmur” diyor. Ya rüzgar? Öylesine bir pasif ve edilgen kişilik ki vücuda rüzgar giriyor diye sabah “seher” rüzgarında pencere açmıyor. Bu zihniyet üzerine masaj sanatını geliştirmiş. Halbuki Türk gözüyle bakın “seher yeli” ilahileri bile var. Rüzgar ile ölümü bir arada yorumlayan bir yaşam zihniyeti üzerine muhteşem bir “masaj” sanatı geliştirmişler. Rüzgarı alan bedenin onunla birlikte uyum sağlayacağını, kutuplarda yaşayan insanların nasıl bir uyumla doğa ile bütünleştiğini hiç düşünmüyorlar bile. Kendi önlerinden bakıp kendi önlerindeki ufkun verdiği yolda sanat üretiyorlar. Ardından bunu dini ritüel ile geçiştiriyorlar. Endonezya’da “masaj” “aroma terapi” “din ve de özellikle İslam” merkezli şifa merkezlerinin milyarlarca dolarlık piyasası ve şirketler arasındaki acımasız rekabetin ardındaki nedeni “ulusal karakter” temelinde izah edebileceğiz.
Ya yemek ahlakı? Meyve ve sebze ile yüklü bir kahvaltı iklimin emrettiği mübarek ekmek yerine geçen mübarek pirinç ağırlıklı yemekler. “Vejeteryen güçle” beslenen kan ile de elde edilen kişilik ancak temel yaşamı sürdürebilecek güç kazanabiliyor. O bile şüpheli. İslam dininin yayılması ulusal karakter içindeki mücadeleden yılan “cape” yoruldum mantığıyla özdeşleşen bir sorumsuzluk ile atbaşı gitmiştir.
Kuvvetlilik ve dayanıklılık için ise yetersiz. Pirinç ve meyve gücüyle dayanıklılık testi değil de kültür testi yaparsanız başarı kazanma ihtimali olan 20 bin civarındaki adada yaşayan insanların karakterinden söz ediyoruz. Böyle bir müslümana 1510 larda Sina Çölünü 13 ünde aşan bir orduyu veya İstanbul’dan rakım 60 m.den yola çıkıp rakım 1650 m. ye 1700 km. yolu bir günde nefer başı bir adet “ekmek tayini” ile yürüyerek gitmeyi izah edemezsiniz. Bu İslam davası adına olsa bile. Önce “iklim” ve “anatomi” Sonra din ve de ardından dava gelmeli. Sıralama hatalı diymi? En mükemmeli en önce istiyoruz. Sonra da tabir caiz ise çuvallıyoruz. “Anatomi, iklim, ulusal karakter” dizisini çözmeden, İslam, dava, şeriat dizisiyle uyuşturulan bir din adalar insanının önüne getirildi.
2013 yılında 1956 doğumlu satırların yazarı sıcak bir günde Cava Adası Bogor ilçesi Parung Kasabası Waru Jaya köyünde yaşı 30 larda olan Endonez komşusuyla şu anekdotu yaşadı: Türk: Ne yapıyorsun burada? Endonez komşu: Biriket taşıyorum evin arkasına. Türk: Komşu komşya mirasçı, beraber taşıyalım. 10 dakika sonra Endonez “cape, yoruldum” dedi sigarayı yaktı. Türk devam etti, taki biriketler 10 metre kadar evin arkasına taşınana kadar. Böylesi bir “cape” karakteri ile yaşanmaktadır. “Anatomi vejeteryen” olunca sabır da o kadar oluyor. Anatomi buğday kökenli Türk ise farklıydı haliyle.
Din zihniyetine devam edelim. Yıl 1602 Felemenkler Cava adası Batavia kentine (bugünkü başkent Cakarta) çıkıyorlar. Okuyucuların daha iyi anlaması için bir benzetme yapalım. Karadeniz’de Samsun’a çıktılar farzedin. Batıda Zonguldak, Doğuda Trabzon, Güneyde Amasya yönünde doğru ilerlemeye çalışıyorlar. Felemenk sömürgen kemirgenler yavaş yavaş nüfuz alanını üç yönde genişletmeye çalışıyorlar. Doğu batı ve güney yönünde adayı ele geçirmek için genişliyorlar. Yıl 1755. Aradan yaklaşık 153 sene geçmiş. Yani üç nesil. Peki bu arada adada mevcut İslam devletleri ne yapıyor? Birbirlerine hiçbir zaman yardım etmedikleri gibi birleşmeyi de düşünmüyorlar. Bugünkü Yogyakarta Kenti Valisi olan ağa ailesi en güçlüleri idi. İslam Sultanlığı içinde taht kavgaları sürüp gidiyor. Sorunu çözecekler. Tahmin ediniz ne yapıyorlar? Düşmanı olan Felemenke “gel sen hakem ol sorunu çözelim” diyorlar. Felemenkin istediği bir göz, Tanrı verdi iki göz hesabı anlaşma imzalanıyor: Endonezce; Perjanjian Gianti 1755 İngilizce; Treaty of Gianti Java. Sonuç; iddia eden herkese hükümranlık alanı verilerek ada 4 alana bölünüyor. Sadece ailesi, arazisi olan, ülkesi, milleti olmayan 4 ağalık alanı türetiliyor. Aileyi “Protokol biblosu” olarak asırlarca kullanılıyorlar. Üstüne üstlük bir de adeta aşağılar gibi “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi, adaletin koruyucusu” gibi bir sürü sıfat da bu ağaya veriliyor. Peki aynı ağa sülalesi “Serat Centhini” adlı Cava adası Kamasutrası denen cinsel ağırlıklı Hindu İslam inancını bağdaştıran menakıbnameyi yazdıracak kadar kültür üretebiliyor da “cihat” merkezli bir İslam düşüncesi geliştiremiyordu. Öyle ya ülkesi işgal altındaydı. Nasıl bir “sultan” idi bu? Eğer cihat ise tam cihat zamanıydı. Böylesi bir din zihniyeti vardı. İslam da aile ve sülale merkezli sorumsuzluk içinde yaşandığı müddetçe sömürenlerimiz için de bir sorun yoktu. Dinin ve ailen sana ait arazin ise bana ait anlaşması müslümanlık ile özdeşleşmişti. Kaldıki din ve aile ikilisinden sadece “din” sıradan Endonez köylüsüne ailesi ise istendiği zaman el konulmak üzere Felemenk sömürgen kemirgenlere hasredilmişti.
“Milleti ve ülkesi olmayan İslam zihniyeti” şimdi de uluslarası şirketlerin favorileri arasındadır. Zihniyet şimdi de “şirketler ve uluslararası yardakçıları” aracılığı ile kimlik değiştirerek devam etmektedir.
Hiristiyanlık; insanları sömürmek için, İslam; insanların sömürülmesi için kullanıldığı adalarda sömürenler ve sömürülenler arasında “din” kuvvetli bir figür olmaktan öteye gidememiş, İslam tarafında sülale merkezli, ülkesiz İslam ile hiristiyan tarafında ülkesi temel kıstas olmak kaydıyla her türlü insanlık dışı uygulama “mübah” olmuştur.