Hakkaniyet ve hayırhahlıkla adaleti nasıl gerçekleştireceğiz?
İslâm dininin ortaya koyduğu seha, himmet, hilm ve benzeri yüzlerce ahlâki kavrama en mükemmeli ve en eksiksizi arama noktasından bakarken göz ardı ettiğimiz aklın çerçevesini hatırlayabildiğimiz oranda daha realist ve katkıcı bir ahlâk düşüncesinin merkezine oturabileceğiz.
Kıskanç olmayı hep kötü tarafından ele alarak anlattık.
Halbuki kıskanç tavrın da bu alaca bulaca dünyada her şeyin simsiyah ve her şeyin bembeyaz ayırt edilemediği bir kürede çok yararlı bir toplumsal etkinlik temeli olabileceğini hiç düşünmedik. Düşünmek bile istemiyoruz.
Örneğin neden çocuklarımıza hep şunu örnek veriyoruz? Japon çocukları şöyle şöyle çalışıyor? Japonlar şunu buldu? Amerikalılar şöyle başardı? Bunu hiçbir kapris ve önyargıya kapılmadan doğrudan söylüyoruz. Halbuki onlar bulduklarını aynı oranda bizim saf yüreklerimize bu kadar da halisane duygularla anlatmıyorlar. Bu işin diğer tarafı. Bizim aradığımız şu olmalıydı: Bizim çocuklarımız Japon çocukların bir buluş yaptıklarını duyduklarında veya gördüklerinde imrenme ve kıskanma duygusunu iliklerine kadar yaşamalı ve daha iyisini biz de yapmalıyız deyecek bir karaktere sahip olmalıdır. Biz çocuklarımıza öğrettiğimiz hayırhahlık duygusuyla onların beyinlerini adeta köreltip tespit ettiğimiz adalet duygusu çerçevesinin asla ve asla mutlak adalet duygusunun zedelememesini ısrarla öğreterek beyinlerinin adeta sorgulamadan uzak olanı olduğu gibi hiçbir süzgece tabi tutmadan beyinlerine nakşetmelerini istiyoruz.
Dinsel ahlaki kavramlara bakışımız günlük hayatımızı ve yaşam felsefimizi doğrudan yönlendirmekte ve yaşamın temelini teşkil eden davranışlarımızı idare etmektedir.
Kamusal akli olan suç ile mistik gizemli varoluşsal olan günah çizgisi arasındaki tercihimizi netleştirdiğimiz oranda bu dünyada adam gibi yaşamaya aday olacağız.
Özbenliğimizi çepeçevre kuşatan sendromun kabuğunu yırtıp kalplerimizi kitleyip de kendimizi yargılama cesaretini kırdığımız gibi kalplerimizi açıp da yargılanmaya açık olarak bir güvenceyi üstlenmiş özbenlik içinde olmanın bize hangisi bize yararlıdır.
Derin tatminsizliklerin insanı götürdüğü bir yerdi erkeklik ve kışkırtılmış kişilik tutkuları.
Eğer İslâm ilmihaline bakışımızı yeniden ıslah edip değiştirmezsek alevi, sünni özbenlikli
Nefisler birbirini anlamadan belki bir on asır daha zaman harcamaya devam edeceklerdir.
İlmihal mi? Felsefe mi?
İkisinden birini tercih ediniz diye sipsiyah ve bembeyaz bir tablo seçin gibi zorlamaya girmeden en azından felsefemizi daha öne alarak derin düşünce idrak içinde alevlilerde olan ile Sünnilerde olanları bir araya getirmenin zaruretini, bir din bilginin dediği gibi her caminin yanında bir cemevi inşa etmenin gerekliliğini daha da iyi idrak ederiz. “Bir insan kendi yaşam tarzını kendi seçebilir, kendi ihtiyarındadır” ilkesini ortaya koyup; sonra “ne kadarını kendim kısıtlayabiliriz?” sorusunu veya “din adına kendisini ne kadar sorgulayabilirim?” diyebilmenin zorluğunu da kabul etmemiz gerekir. Peki tavrımız böyle midir? Allah karşısına insanı muhatap almaktadır. Allah için tabiat, nebatat, hayvanat ne ise insan da odur. Ama karşısına insanı muhatap alması kadar normal bir tarz olamaz. Biz ise öyle miyiz?
Biz Allah’ı simgeleyen birer tevhit üyeleri olarak; Allah’a layık insana neden muhatap olamadığımızı düşünmeliyiz. Allah adına insana zulüm mü? Allah adına insana hizmet mi? Vesselaaam.
Allah adına hezayan sendrom, saplantı, sürekli sendrom halinde yaşamayı kendimize merkez edindik. Bu bizi nereye götürebilir ki?
Hayırhahlık ve hakkaniyet üzerinde kurulu bir rüya
Gerçek ile onu gerçekleştirecek güç ve kudreti hakkaniyet ile onu gerçekleştirecek güç ve kudret arasındaki lazımı gayri müfarik korelasyonu idrak etmemiz için kaç asra daha ihtiyacımız vardır?
Türkiye dendiğinde MARKA olabilen uluslararası arenada ne bir ürünümüz var, ve ne de toplumsal hasılamız.
Yetenek var. Ama hakkaniyetli örgütlenme yok. Hırs var. Ama onu öldüren adam kayırma da var. İman var ama güven yok. Köylüsü cenazemi kaldıracak tabutum yok deyip validen yardım ister, iş adamı da ondan zerre kadar farklı değil. Bunca yıl tercümanlık yaptım. Japon Başbakanının uçağıyla yabancı ülkeye giden işadamı görmedim.
Sorun gelip gelip insan ve cemiyeti algılayan ahlâki sorumluluk noktasında tıkanıp kilitleniyor.
Kısacası tarih hafızası var. Tarih bilinci yok.
Hırsızlığı ve haysiyetsizliği karakter edinmiş Dante, (1265-1321) İlahi Komedya’yı Ebul Ala el Maarri’nin Risaletül Güfran adlı eserinden aşırdı. (intihal) Aralarında üç asır vardı. Ebul Ala el Maarri (973-1057) ne kadar İtalyan ise, Dante de o kadar Araptı diyemiyorum. Ürünü eritip kendine mal ediyor. Hakkaniyet nerede?
O ne kadar İtalyan ise biz de müzaherete meftun bir yaşam için o kadar meftunuz.
Tanrıyı sendromlaştırma derecesinde yaşam merkeze alıp sürekli illet üretmez, bizi dar bir alana sıkıştırıp hep kendi önümüze bakmaya zorlamaktadır. İman diskinin üzerindeki kum saatinin çengel atlatma veya yarı küresini atlama amaçlı bir düşünüş tarzı geliştirmenin zarureti vardır. İnsanlık ve hakkaniyetin yeniden tedebbürü Türkiye insanını Dünyaya katkı yapacak seviyeye çıkartabilir. Tarih göstermiştirki İngiliz, Japon, Amerikan, Rus, Fransız ve Almanların bu Dünyaya verebilecekleri bir insani değerleri yoktur. Onlar güzel bir alıcıdırlar. İyi bir toplayıcıdırlar da. Ama Dünya medyası kontrollerinde olduğu için çirkin yüzlerini insanlığın görmesi zaman almaktadır.....
Bazı ülkelerin gelişim ve ilerlemede almış başını gitmeleri bazılarının da yarı aç yarı tok yaşam mücadelesi vermeleri bazılarının ise tümden yoksulluk ve miskinliğin sınırında açlık ve kıtlık içinde olmaları kendimize yeniden bakışın, yeniden “başka dünya yok” gerçeğinin önümüze konup, belaları defetmek için yeniden düşünmenin zamanıdır diye haykırdığı bir döneme çağrı yaptığını görmek ihtiyacını hissediyorum.
Millet olanlar, “ülkemetre” üretmekte, millet olmakta, millet olamayanlar da “imanmetre” üretip birbirlerine küfretmekteler.
Millet olamayanların hazin bir öyküsünü irdeleyip analiz etmek kadar; milletlerin evrene bakışlarının da cazibeli öyküsünün paralel koştuğu tarih güzergâhındaki süreçte düşünmek gerekmektedir. Kritik çoğunluk (Critical mass) temel kavramlarda milli mutabakatı sağlamak zorundadır. (4.7.2010, Pazar, Ataşehir. 24.7.2010 Cumartesi)