İğrenç kalemler toplumların barsaklarını temizler. Sokrat böyleydi herhalde; Efes sokaklarında gezerken ne iğrenç duygulara kanarak ne kadar ahlâk savunduğunu düşünüyorum. Bu yazıyı ve seviyeyi düşüren ifadeleri de böyle gören okuyucu beklentisi içinde kaleme aldık.
Ülkemizde en çok ihtiyaç duyduğumuz şey nedir? İstismar edilmeyen İslâm çerçevesi içinde istismar edilmeyen çocuk ve hanımları (sevgilimiz, kızmız, hayat arkadaşı eşimiz, ninemiz, yengemiz, anamız) keşfettiğimiz insandır, diyoruz. Bunun için de özellikle ilâhiyatçılara çok ihtiyacımız var. Neden özellikle hanımlar üzerinde duruyoruz? Çok basit; hanımlar, insanlığın yarısıdır da ondan. Rahmetli babam 96 yaşında 2002 de vefat etmişti. 1970 lerde ülkemizde sadece TRT kanalı var iken iftar açılışında bir hocaefendi şöyle bir duaya başlardı: ” Ey Allah’ım beni eşimi, ailemi..........koru.” Hocaefendi böyle derdi babam da her akşam aynı şeyi tekrarlardı. “Sen böyle hoca olma. Bu hocanın dini var mı? Önce karısına dua ediyor. Karı dediğin nedir ki erkeğe lâzım”
Cinsiyet ayrımı olan cemiyeterde merhamet, şefkat, sanat oluşmuyor, gelişmiyor.
İnsan kavramı tümüyle idrak edilmiyor da ondan.
Yeryüzünün en mükemmel lisanlarından Arapçayı üreten Arapların Arapça lisanı ile kazandıkları ufkunun enginliği kadar ilkel ve erkek egemen din zihniyetlerinin geriliğini bir araya getirdiğimizde “hanım” denen varlığın olmadığını ibretle görüyoruz. Türkler de bu zihniyetin tesirindedri. Rahmetli Mustafa Kemâl Paşa bu sorunu kavramış ve çözüm için ciddi adımlar da atmıştı.
Okuma yazmayı 1945 lerde askerde öğrenmiş rahmetli babamın sıtandart kadın ve din görüşü her halde o yıllarda Türkiye’deki zihniyeti de özetler. “Dişi” olan kadın varsa o din alanı içindedir. Onun dışındakiler ise sadece sözü edilen ama icraatta bulunmayan varlıklardı. Şimdilerde nereye geldik? İlâhiyat fakültelerinde haremlik-selâmlık uygulaması yapılıyorsa tekrar düşünmek gerekiyor: Ülkemizde en üst düzey din eğitimi yapılan kurumlarda gençler arasında insani bir ilişki oluşamıyor veya kısıtlanıyorsa benim okuma yazmayı askerde öğrenip onbaşı yapılan rahmetli babam 1945 lerde Kars, Rus sınırında eksi 20 derecelerde 15 dakikada bir askerleri nöbet yerine getirip götürdüğü günlere geri dönmek zorundayız. “Oğlum Ermeniler de vardı oralarda çok merhametli, sanatkâr ve kadınlara saygılıydı. Baba o zaman niye pazara giderken annemin sırtındaki sepete yükletiyorsun? Meyveleri ben taşıyacağım.” diyordum. Rahmetli annemin sırtındaki meyveler bana lâikliği ve kadına saygıyı öğretiyormuş, anlayamadım. Eğer müderrislerin elinde kalsaydık “dişi” ve “er” den başka bir şey görmeyecektik. Açın bakın eski Osmanlıca ilmihal eserlerini ne demek istediğimi anlarsınız. İlmihal kitabında din adına yazılınca adı “mübaşeret“ oluyor.
Açıkça itiraf ediyorum ve İmam-Hatip kökenli ilâhiyatçı olarak; ilâhiyatçıları ikiye ayırıyorum: İmam- Hatip kökenliler ve Lise kökenliler. Neden? Yukarıdaki konu ile yakından ilgili gördüğümüz için. Benim gibi İmam-Hatip kökenliler argo çok kullanıyor ve ilmihal sınırları içinde atıp tutuyorlar. Ama lise kökenliler böyle değil. Onlar daha insancıl ve sevecen. Katı değiller. Daha cana yakınlar. Ankara İlâhiyat sıralarında bu havayı 1979-1983 arasında soludum. Nedenini düşünüp duruyordum. Cinsel ayrım ortamında büyümüyorlar. Doğal olan eğitim erkek kız öğrenci bir arada olmasıdır.
Sonra hayat bizi Japonya’ya itti. Lisandan dolayı yüzlerce hanım ile daha rahat ortamda tanışıp görüşmek mümkün oldu. Japonların kadına bakışını daha yakından tecrübe ettim. Hiç unutamadığım bir anım var: 30 kadar Japon hiristiyan rahip ile 25 gün İncil’de Aziz Pol Yolu adıyla Orta ve Batı Anadoluyu 22 günde adeta harmanlamıştık. Genç, yaşlı papazlar vardı. Bir tanesinden çok etkilendim. Bir gün benden “klâsik batı müziği sidisi dinleyebilir miyiz?” diye rica edince aramız ısındı. Sohbetler ettik. Bana verdiği izlenim şuydu: Kafasını kessen Japonya ve İsa’dan vazgeçemez, bir kişilik idi. Bir de her gittiği yere uyan, uyum sağlayan camiye gitse müslüman, havraya gitse musevi olan bir kişilik olduğunu anladım. Hanımı ile beraberdi. Pamukkale’de Aziz Filipin Sekizgen Hatıra Kilisesini de anlatınca ondan notlarını rica etmiştim iyice ısındık birbirimize. Sonra en son İstanbul’a geldik. 3 gece sonrasında Japonya’ya uğurlayacaktık. Pera Palas’ta bir akşam yemeği vardı. Başrahibin yanındaydım. O da tam karşımda oturuyordu. Göbek dansı yapan hanım geldi guruptan birisini kaldırıp ona da öğretmek istedi. Baş rahibe sordum: “Bu ahlâki midir?”
Cevabı hiç unutamıyorum: “Sorewa gei des. Gei wa mi o tasukeru.” Sanat hayatını kazanır.” Günlerce düşündüğüm bir cevaptı. Ama Japon çocuklar böyle düşünmüyordu. Bazıları yadırgıyordu bu durumu. Her neyse göbek dansı yapan kadın bahşiş almak için birisini kaldıracak ya. Yanıma geldi “hangisi kaldırayım?“ dedi? Ben de samimi olduğum Japon papazı tarif ettim. Adamı kaldırdı. Bu arada papaz efendinin hanımı bu işten çok rahatsız oldu. Baş papaza bir şeyler dedi “rahatsızım olmaz, olamaz” diyordu, herhalde tam anlayamadım. Ama durumdan rahatsızdı. Olay bitti. Gidenler varsa bilirler; Pera Palas asansörü zemine inerken dışardan görünür. Demir pırofil askılıdır. Zeminde ertesi sabah beklerken akşam yemekte göbek dansı talim eden papaz efendinin hanımın elini sıkı sıkıya kavradığını gördüm. 50 li yaşlardaydı. Yıl da 1990-95 arasında olmalıydı. Akşam hanım fırçayı atmış mıydı yoksa o mu hata yaptığını düşünüyordu bilemiyorum. Ama onun kafasında özür dilenmesi gereken bir hayat arkadaşı vardı. Ben de bu işe sebep oldum diye çok üzüldüm. Bir kaç saat içinde Türkiye’yi terkedeceklerdi. Bakırköy sahile doğru Gelik Balık restoranda yemekte papaz efendiyi bir kenara çektim ve olaya sebep olduğum için özür diledim. Ama onun cevabı şöyleydi: “Hatayı ben yaparsam o, o yaparsa ben affederiz.” gibi bir ifade kullandı.
Yıl 1991 bir Japon arkadaşım Onaka bey babası Amerikalı Taylandlı bir kıza aşık oldu. Patrisya hanımla aynı yurtta kalıyoruz. Onaka beyle de bu vesileyle tanıştık. Onaka “ona evlenme teklif edecem” dedi. Ben de “teklif etme, Senin ölçülerine aykırı.” dedim. Bir gün bana şöyle dedi. “Dün akşam sizin yurda geldim. Patrisya hanıma evlenme teklif ettim.” Reddetti. Nasıl teklif ettin deyince 30 kilometre yol yürüdüm. Bir çiçek elimde öyle teklif ettim. Niçin 30 km. yol yürüdün. Atla tirene gel deyince bu işin özelliği olsun diye düşündüm dedi. Ben Türkiye’ye döndüm. Patrisya hanımla mektuplaşıyorduk. Çok zengin bir ailenin kızıydı galiba. İthalat ihracat işleri yapıyordu. Aradan 5 yıl geçti. Bir gece yarısı evin kapısını ticari taksi sürücüsü çaldı. Bir kız Onaka bir konsolosluktan da bir Japon vardı. Paket turla İstanbul’a gelmişler mutlaka beni görmek istiyormuş. Baba endişe edince elçilikten bir memur eşlik ederek ablası ile beraber bizim eve geldiler. Görür görmez ilk sorum şu oldu –Patrisya ile evlendin mi? Hayır. Ablasının sözü de akıllara kazınacak türdendi: Senin sorununu şimdi anladım. Ailesine kıza aşık olduğundan hiç bahsetmemiş. Bu da eşi olarak göreceği bir kıza sıradan bir Japonun bakış açısı idi.
Hepsi Japon olan bir hanım guruba Türkçe öğretiyordum.Yıl 2001 idi galiba. Bir gün çalıştığım okula ziyarete geldiler. Okulda olay oldu. Sayıları onlarcaydı. Hanımlar gitti. Tanıdık arkadaşlar “Ali Osman ooo, ha ha haşna fişna” gibi laflar ettiler.
Yine bir başka Japon hanım bana faks çekecekti becerip çekemedi eve lisan meselesinden dolayı. Okulu aradı okul ile de bağlantı kuramadı. Yine lisan sorunu çıktı. Yine okul ayaktaydı. Biz ”zampara” olup çıkmıştık. Böylesi konuları her ortama açık internette çekinmeden yazmamın nedeni yaş 61, utanma duygusu bu yaşlarda izale olur derler böylesi bir neden olduğunu sanmıyorum. O psikologların işi. Sadece hesaplaşmak için. Samimi olduğum dindar Türk hanımlara anlattığım zaman bana dedin ama herkese deme tavrı var. Benden ibret alınacak bir şey varsa herkes alsın diyorum. Kısacası şunu diyorum bizim insana ve kadına bakışımız sakattır.
Bizde “Anna Karenina” yazılmadı. “Eylül” var ama. Bizim kültürde bencillik vardır. Hem de sapına kadar. Bunu aşmak zorundayız. “Taç Mahal” bir sultanın eşine olan sevgisinden daha fazlasını ifade eder. Bir bencillik abidesidir. “Altın” olması hasebiyle. İşçilerinin katledilmesi de bunu gösterir. Bereket versin karamsarlığımızı gideren güzel bir örnek var: “Nihat Gökyiğit –Nezahat Gökyiğit Vakfı” var. Gidin görün İstanbul Ataşehir’de beton yığınları arasından yeşeren bir cenneti. Nihat bey hayat arkadaşına olan sevgisini bencilleştirmemiş. Sosyalleştirmiş. Türk milletine sunuyor. Harika bir iş yapıyor. Eşinin adını ağaçlarda yaşatıyor. Bu konuda Japonlar çok ileride. Yazarlar, şairler, öğretim üyeleri adlarına açılan müzelerde ve kurumlarda yaşatılıyor. Burs temin edenleri bile var.
Ya şu hikâyeye ne demeli? Meşhur Honda. Adam 1945 savaş sonrası yıllarıda bisiklet tamircisi mi neymiş. Evi de kasaba çarşısına uzakta. Hanımı hergün bisikletle çarşıya gidip alış veriş yapıyor. Birgün beyine şöyle demiş: “Çok yoruluyorum. Kasaba uzak” Adam düşünmeye başlamış. Bizim hanım bisiklette pedal çevirirken yoruluyor. “Bisiklete bir motor takayım yorulmasın.” Hikâyenin gerisi dünyanın malumu. Dünya çapında Honda markaları var şimdi. İnsan olan eş olunca ilham da oluyor.
1986 dıydı galiba Trabzon Tonya’da öğretmendim. “Uşaklar bizim kari beni seveyur mi sevmeyur mi imtahan ettum.” “Ne yaptun? “Yatağa sıçtum. Pakayım temizleyecek mi?” “Ne oldi? Temizledi.” Şu satırları bir Trabzonlu olarak yazıyorum.
Tercümanlık yıllarında Mardinli bir manavla tanışmıştım. “Urfalı Mardinli hanımlar çok güzel ve sessiz” deyince. “Haa öyledir. 6 ayda çocuk getireni de var.” dedi. Şaşırdım kaldım.
İnsan olunca ve de kadın olunca % 100 tamamlanıyor. Biz bu konuda çok gerideyiz.
Uluslararası psikiyatri derneği Türkiye’nin bu konuda 124. ülke olarak çok gerilerde olduğunu söylüyor. Hergün ortalama 6 kadının katledildiği bir ülkeden bahsediyoruz.
Burası Türkiye’dir. Bizim kadına bakışımız sakattır vesselâm. Ama şarkılarımızda, türkülerimizde herşeyimizde kadın vardır. Çiçek, ağaç pek yoktur. Bu kafayı değiştirmeliyiz vesselâm.