Kitabî jargonlaşmanın asırlardır sürdüğü İslâm dünyasında kendi kendisini tanımak için ciddi bir arzu ve girişimin olmadığı ortada gözüken aşikar bir gerçektir. Konunun açıklığa kavuşması için aşağıdaki hususların tahkik edilmesi gerekmektedir:
1. Hazreti Muhammed’in soyundan gelenler veya soyundan geldiğini iddia edenlerin (habib, sayid, dede, murabıt vd.) siyasi, dini, sosyal işlevleri nedir? En batıdaki İslâm ülkesi Fas’ta murabıtlar, Türkiye’de dedeler, İran’da Ayetullahlar, Suudi’de kral soylular, Malezya’da sayidler ve en doğu İslâm ülkesi Endonezya’da habipler üzerinde yapılacak alan araştırmaları bizleri İslâm’ın acıklı durumunu ve yoksulluğun nedenlerini gösterecek ufuklara ulaştıracaktır. Yıllık geliri 500 dolar civarındaki Özbekistan ve Tacikistan gibi İslâm ülkelerinde Ebu Lehepgiller'den İngiliz vatandaşı “mehdi soylu” bellenmiş Ağa Han için bedeni ağırlığınca altın zekât parası toplanması gibi somut numunei imtisallerin bolluğundan geçilemeyen bir dünyada “uyuşturulmuş din İslâm” icraatını her yıl yaşamaktan daha fazlasını beyinlere kazımak gerektiğini idrak etmeleri daha uzun zaman alacaktır.
2. Dönence ve ekvator kuşağında mübaşerete (cinsel yaşam) bağlı değişimler, iklimve topoğrafyaya bağlı olarak değişen yeme ahlâkı ve yemeklik ve nevale için bitkisel yağ kullanımının dinsel yaşam üzerindeki etkileri incelenmelidir. Özellikle ”dişil” merkezli bir yaşam zihniyetinin egemen olduğu İslâm toplumlarında gerçekle yüzleşme ve toplumun arka yüzünü görmek için “ekmek-su” mesabesinde zaruri bir çalışma alanıdır. Erkek egemen bir din (ataerkil) ve anaerkil bir toplum çelişkisi alanı olan ekvator kuşağı Güneydoğu Asya İslâm toplumları neden “bağımsızlık” ülküsünü birbirlerine karşı solumakta ve birbirlerinden nefret etmektedirler? Eduard Douwes Dekker’in 1850 lerde gördüğü gerçeği İslâm jargon kesicileri (ulama ve münevver takımı) neden hala 2017 lerde görmemekte ısrarlıdır?
3. Doktriner bakanların (ulama) katı ve sefil yalnızlıkları, sorgulanamaz dokunulmazlıklarının nedenleri ile birlikte halk dini İslâm (yazılı olmayan kaynaklardan beslenen senkretik din) hususlarında alan çalışmaları zaruridir. Hak adına konuşma yetkisi olanlarda olmayan vicdan ve insaf halkın İslâmında mevcuttur.
4. İslâm paradigmasının asırlardır 30-90 yıllık süreçlerde neden durup durup iflas ettiği gırtlaklara kadar inen nefis muhasebesi söylemlerinin ilmihal dışı yaşam; ekonomi sözkonusu olunca neden fırlatılıp atıldığı üzerinde bir araştırma yapılmalıdır.
Aradıklarımız; her ne ise esasında aramadıklarımız, incelemediklerimiz, aramak istemediklerimiz olmaktadır. Bir şey ne ise odur, diyememekte bir şey ne emrediliyorsa odur deyince en mükemmel ve en eksiksiz olanı aramak hastalığı nüksetmektedir.
Kısacası “Tanrı’yı öldürenler öldü” demeleri için beyinlerindeki uyduruk ve aptal zalim ve gaddar Tanrı zihniyetini yok etmeleri gerekmektedir. Esasında bunu birbirlerine karşı en acımasız biçimde yapmaktalar ama hiçbir zaman kendi nefislerine karşı düşünmediklerini (enaniyet ve hizipleşme hastalığı) muhataplarından istemekte olmalarını bir türlü yargılayacak duruma gelememektedirler. En mükemmel Tanrı ve kadiri mutlak kudret inancına sahip olanlar karşılarında da aynı somut varlığı görmek istemekte olasılığı çok zayıf bir istemden öteye geçmeyen beklenti heder olunca insan da heder olmaktadır.
İslâm dünyasında tahlil edilmesi gereken hususlar hakkında Kadı Abdul Cebbar (1025) Tenzihul Kuran Anil Metain adlı meale bile sığmayacak 40-50 sayfalık tefsirine tekrarlanmakta olan ayetleri ne diye yeniden tefsir edeyim muhkemlerle işim yok müteşabihlere bakalım da lüzumsuz tekrarları bırakalım şeklindeki haklı tavrı bize yol göstermektedir.
Kısacası yapmamız gerekenler şimdiye kadar yapmadıklarımız kaçındığımız hususlar ve tabu veya yarı Romalı Tanrılar mesabesindeki ulama ufkuna esir olmak huyunu terketmemiz konusundaki gelecekteki irademize bağlı olarak gelişecektir.
Kişisel öykümüze baktığımızda 54 yaşından sonra saplantı haline getirdiğimiz “lâiklik İslâmdır” fikri neden bu yaşa kadar Japonya ve Endonezya dışında bir ülke görmemiş kendi ülkesi Türkiye’de ilâhiyat düzeyinde yüksek lisans eğitimi almamış, Karadeniz Bölgesi, İstanbul, Ankara ve Gaziantep dışında ülke içini gezmemiş bir ilâhiyatçının seviyesi çok şey anlatır. Türkiye’de ve Japonya’da öğrenemediği lâikliği Endonezya’da öğrenmiş bir ilâhiyatçının ibret verici gülünçlüğü şuradadır: Kendisi gibi kendi kesesinden değil de milletin kesesinden yurt dışına gidenlerin niçin böylesi bir insaf, vicdan ölçütü içine düşemedikleri neden bu ülkenin kendi insanına benimsetemediği lâik zihniyetin ve savunucularının içine düştüğü kuyudur. Bu vakitten sonra da hiç anlatılamaz diyenlere son nefese kadar savunulması gereken ama yöntemleri üzerinde düşünülmesi elzem bir husustur diyoruz.
Lâiklik nefes borusu kadar önemli ülke yapılanmasının gereğini ne kendi ülkesinde ne de bir yıllık Japonya deneyiminde anlayamamış bir müslümana Endonezya İslâm ve şeriat düzeni iki ayda hadisenein arka yüzünü gösteriyorsa araştırılması gerekenin yeniden ele alınması zarureti ortaya çıkar.
Dini kutsayan ve erişilemez yüksek bir yere koyan zihniyet okumuşundan okumamışına her yere egemendir. Kaldıki insnaın yarısı zaten daha işin başında yok olmaktadır. O da “kadın” dediğimiz İslâm ülkelerinde “dişi” olmaktan öteye geçmeyen varlıktır. Kadınlarımızı keşfetmediğimiz müddetçe ne ahlâki bir değer ne de ilim adına bir katma değer üretemeyeceğiz. Bu melekemizi kazanmak için “alan” çalışması yapmaktan başka bir çıkar yolumuz yoktur. Alan çalışması dediğimiz somut olarak şudur: Konu ile ilgili ülkede konuyla doğrudan muhatap olmak ve Türkiye’de bir eğitim kurumuna karşı bilimsel sorumluluk üstlenmektir. Eğer aksi bir durum söz konusu olursa jargon üreten züppeleri üreten bir yapılanmayı sürdürüp gideceğiz.
Bakınız Japon, Amerikan patentli, ünlü küresel profesörlere; hepsinin öyküsü aynıdır. Eğer direksiyona geçeceksek ki öyle iddia eden bir siyasi İslâm zihniyeti kuvvetle mevcut olup Dok Kişotvari direklere saldırmaktan başka bir iş yapmayan 16. asır romantizminden kurtulmak gereği de ortada ayan beyan duruyorken “ben aslında şunu demek istemiştim” demeye de hakkımız yoktur.
Ya “benim oğlum bina okur döner döner yine okur” demeye ve eski tekrarlarımızı tekrarlamaya devam edeceğiz. Muşahhas olarak şunu demek istiyoruz; 40 sene önce 400 sene önce olduğu gibi Hadis Tarihi, ıstılahları falan yazan prof. titirli ahkam kesicilerin sadece adları değişecek kitapların içerikleri değişmeyecektir. Demek oluyorki ya da…. şıkkının ikinci yan cümleciği bizlere bir ufuk gösterebilecektir: Ya da kaba tabirle Anadolu insanı ifadesiyle kafaları Arap defne yaprağı sabunu (Samandağı sabunu) ile yıkamaya başlayacağız.
Bütün bunları yazmak için allameyi kübra olmaya da gerek yoktur. Kısacası sorunları çözümlemek için önce kendimiz ayağa kalkmalıyız. Unutulmamalıdırki insan beyni her koşulda aktif ve çalışmaktadır.
Aynı Kadı Abdülcebbâr Allah’ın insana vâcip kıldığı ilk şey, Allahı bilmeye götüren düşünmedir, diye yazmıştı. Zira Allah Teâlâ, zorunlu (ıztırârî) bilgi veya müşahede yoluyla değil, tefekkür ve akıl yoluyla bilinir, diye de savunmuştu. 10. asırda bu kadarını gören Mutezile bilginini rahmetle anıyoruz. Araştırmamız gereken hususlara nasıl bakmamız gerektiği konusunda ufuk verdiği için. İflas eden İslâmi değerler dizisi (paradigma) süreli aralıklarla yeniden hiç iflas etmemiş gibi İslâm toplumlarının önüne failleri değişik elemanlar tarafından sürülmekte ise 15 Temmuz 2016 da TBMM yi bombalayan vatansızların yerinde olmak isteyenleri ayırt etmemiz zorlaşacaktır. Araştırmamız gereken Avrupalıların asırlarca birbirlerini boğazlaya boğazlaya öğrendikleri küresel değer “din–devlet ilişkisini düzenleyen lâik ülke yapılanması” gereğine olan ihtiyacımızın sıradan insanlarımız tarafından benimsenmesinin katma değer üretimi eksiğimize vereceği katkıdır. 18. Eylül. 2017 günü İslâm dünyasını ve ülkemizi çözümleme gereğini böyle gördük.