Dinsel perpektif ile sağduyusal perspektif çekişmesi umre boyunca düşündüğüm konuydu. Umre boyunca gerek tavaf ederken gerekse Mekke ve Medine sokaklarında 20 gün boyunca düşünüp durdum. İslâm’ın anavatanında düşünmek gerçekten tam anlamıyla kendi kendisiyle hesaplaşmak oluyor. Hazreti Muhammed’e 750 m. kadar yakında konaklamak ve istediğin zaman Mescidi Nebi’de 1-41 numaralı kapılar arasındaki koridora gitmek onu selamlamak muhteşem bir duygu gerçekten. İnsanı uçuruyor. Kalbimizi uçuruyor. Ama aklımızı da derinleştiriyor. İkisi bir arada olunca daha da muhteşem. Sadece birisi olunca arada sırada mehdi, mesih taslakları da türüyor. Onlardan kendimizi ayırmak ve sıyırmak da Allah’ın bir emri gibi geliyor bana. Fas’tan Endonezya’ya kadar iki üç ayda bir yeniden türeyen bir türdür bunlar.
15 Temmuz 2016 da Amerika’da ortaya çıkan ve 2018 Temmuz ayında kedicikleri ile Çengelköy’de yakalanan vatandaşlzr en canlı örnekleriydi. Vatanları yoktu. Birisinin köleleri diğerinin hem köleleri ve kedicikleri vardı. Birisi gizli diğeri aleni casus gibi bir şeydi. Neyse biz kalbimizi bozmadan aklımızı kullanmaya devam edelim.
Umrede mübarek topraklardan 2018 Ramazan umresinde neler gördüm?
Hiçbir yere sığamayan Allah’ı Kabe duvarları arasına yine hiçbir yere sığdırılamayan sevgili Hazreti Muhammed’i Ravzai Mutahhara’ya sıkıştırıp yok etmeye çalışanların
Ecyad Kalesi ve Ebu Kubeys Tepesi’nden nasıl kovup attıklarını gördüm. Herhalde bunların inandıkları her ne ise o Allah ibaresi Ecyad Kalesi tepesindeki saat kulesinde yazan Allah ibaresi değildir. Veya kimine göre 70, kimine göre 110 metre rakımlı mübarek EbuKubeys yerine inşa edilen ve Kâbe’ye tepeden bakan Ebu Lehep sarayı hiç değildir. O zaman şu din ahlâkına yeniden bakmak zorundayız. Umrede mübarek yerlerde aradığımız ve sadece Kabe’nin içi ve sadece Ravzai Mutahhara’da bulduğumuz, dışındaki arazilerde ise şeyhin uluslararası ticaret ve otel arenasına çevirdiği arazilerdeki İslâm üzerinden giderek din hakkında bir bakış geliştirmek istedik.
Ahlâki olan nedir?
İhtiyacımız olanı bulmak düsturunda anlaşsak bile yönteminde taban tabana zıt iki ayrı yöne gidiyorsak yeniden sormak gerekir; ahlâki olanın ne olduğunda nasıl uzlaşacağız? Bireysel eylemler ise, sapına kadar ahlâki ve hüsnü zan sahibi olmak; cemiyet düzeni ve idari sorunları doğrudan deşiyorsa, bir o kadar da sui zan sahibi olmak ve şüphelenmek. Ahlâki ve dini bakış bir “din ahlâkı” geliştiriyorsa şırınga edilen düşünmeme ve basiret ve fehamatini kullanmama öne çıkıyor. Ama 12. asırda İmam Gazali ve 18. asırda Emanuel Kant’ın yaptığı gibi görev ahlâkı (deontoloji) üzerine inşa ediliyorsa tam tersine bir “ahlâk dini bir sağduyusu” baskın perspektif ihtiyacı yani sui zan denen şüphe ve merak ortaya çıkıyor. “Ahlâk dini” inşa edebilseydik içinde haysiyet olan cemiyet yaşamı üzerinde ahlâki ve insani değerleri inşa edebilecektik. Ardından sanat ve adaleti gerçekleştirmek için düşünmeye başlayacaktık. Çünkü içinde “dişi” olmayan bir “insan kadın”olacak ve 6 yaşında ay başı oldu başını örtmedi diye idam sephasına çekeceğimiz kız çocuklarını ”dişi” olarak görmeyecektik.
Din uyuşturucu mu olacaktır?
Uyarıcı ve kıyam ettirici mi olacaktır? Sorunun cevabı belli olduğuna göre daha ilerisini düşünüp çözüm aramak için “aynı soruyu bin kez tekrar ettiğinizde birinci kezdeki heyecan gibi” İmam Gazali yöntemi ağır basmalıdır. Başlarken ne hissediyorsanız sonunda da aynısı hissedecek bir “taklaul cibal marifeti rical” mertebesindeki heves ve ciddiyet istikametimize asalet katacaktır. Aradığımız ilmihal değildir. İklim tayin ediyor nasıl olsa. Tartışmamak için de hepsine yeşil bayrak kaldırmak esasında dini ciddiye almak kadar insanı ve coğrafyayı de ciddiye almak oluyor. İş burada başlıyor aslında.
“Din ahlâkı“ ağır basınca sapına kadar “ticaret dini” baskın çıkıyor. Hiçbir tarihi değer, insani değer tanımoyur. Böylece ahlâki değer de yolda yok oluyor ve Ecyad Kalesini yıkıp yerine gayri müslim sermayeyi iman dahilinde görüp inşa ediyor. Hazreti Muhammed'in ayak bastığı mübarek dağ Ebu Kubeysi yıkıp yerine Kabeye tepeden bakan haremlerinin sayısı belli olmayan sarayı inşa ediyor. Kabe'nin içinde var gibi gözüken hatunlar Mescidi Haram duvarları dışında tamamen uçup gidiyor veya tamamen cemiyetten izole ediliyor.
Ahlâkın emrindeki dini inşa etmek, dinin emrindeki ahlâkı inşa etmek ikilemindeki çatışma; yerel kalmakla evrensel olmamak arasındaki mesafeyi de tayin eder. Papalıkta bakire kızlarla cinsel temas yarışına girenlerle, müridelerinin üzerinde zina halinde yakalanan müslüman şeyhlerin sığındıkları bencil ve iğrenç bahaneler ne kadar somut örneklerse ilmihali aşamayanların Aristovari gülünç döktürüleri de –sözümona fetva- o kadar geri ve ilkeldir. Mürtecidir.
Biz neden hep başa dönmek ve din nedir diye sormak zorundayız? Herşeyimizi ülkülerimizi, peşinden sürüklendiğimiz tüm karizmatik düşüncelerimizi dinden alıyoruz da ondan. Bu nedenle ihtiyacımız olan ilmihalden daha fazlasıdır. Tedebbür, tefekkür, tefehhüm, basiret, fehamet, kelâm, İslâm felsefesi gibi ciddi konuların hala aşağılandığı bir coğrafyadayız. Çıkış yolu arıyoruz. Dinsel perspektif bizi sağduyulu bir öngörüye ulaştırıyorsa, somut olarak söylersek; bu dünyada diğer milletler içinde boynumuz dik yüzümüz ak gezebileceğiz. Çünkü ilmihal şeriatleri; fuhuş, hırsızlık, çocuk ve kadın istismarı, kumar, açlık, hastalık, yolsuzluk, fakirlik üretiyor. Bir de kırallar gibi yaşayan üç beş tane Ebu Lehep. Mesih, veya mehdi ve kimini kedicikleri kiminin köleleri olan milyarder hırsızlar ve casuslar. Vatansız din sömürgenleri.
Kâbe’de tavafta, Mescidi Nebi’de 1-42 numaralı kapılar arasındaki koridorda ve Cebeli Nur yokuşunda hissettim ve iman ettimki; boynumuzun üstündeki organımız olmadan yaşayamayız. Yoksa burada yer içer, öbür tarafta yaşarız. İslâm akla çağırıyor vesselââm.