Kendisini eleştiren cemiyetler kendisini yeniliyor. Batı toplumları bunu başardı. Hep yüceltme üzerine kurulu cemiyetler doğu milletleridir.
Eğer 15 Temmuz’da bu ülkede uçaklarla insanları ve Meclisi bombalatan imamı ürettiysek din zihniyetimiz ile mi böylesi bir felâkete duçar kaldığımızı düşünmemiz gerekiyor. Hazreti Ömer her akşam bir nefis muhasebesi yaparmış. Biz bu noktada ülkemizin ve milletimizin geçtiği ibret verici süreçte öncelikle ilâhiyatçı titirli herkesin elini vidanına koyup insaf ölçüleri içinde düşünmeleri gerektiğini savunuyoruz. Geçenlerde bir hocaefendi “bana deseler artık oğlun da vatana ihanet etti, yadırgamam.” dedi. Bir beyin travmasına sürüklenmiş durumdayız. Çünkü haine çok güvendik ve bizi en zayıf yerimizden, din duygumuzdan ve imanımızdan vurdu.
Muşahhas olarak sorarsak İslâm dini ile mi yoksa İslâm dini şemşiyesi altında görev yapan resmi gayri resmi camianın tutumuyla mı hesaplaşacağımızı iyice düşünüp irdelemeliyiz. Başımızı önümüze alıp iyice ama iyice düşünmenin zamanı geldi. Çünkü 15 Temmuz 2016 bir sonuçtur. Sürecini irdelemek ve kendimizi yargılamak; hatamızı aramak gereğinin en açık kanıtıdır.
14. asırda İtalyan rönesans dönemi ozanı “insan” merkezli yazan Giovanni Boccaccio’nun (1313-1375) “Dekameronun Aşk Hikâyeleri” eseri salt bir “porno” ürünü çerçeve öyküler olamaz. Adam döneminin “tek egemeni” “katolik din zihniyetini” yerden yere vuruyor. Hem de saçma sapan hikâyelerle. 10 gün boyunca anlatılan 100 öyküden dokuzunu filme aktarılan öyküler kitabı çok düşündürücü. Dekameron ifadesini de Yunanca on gün anlamındaki “deka hemerai” ifadesinden uyarlayarak kitabına ad yaptı. Adam 14. asırda din zihniyeti ile hesaplaşmak için öyküler yazmış ve intibaha yol açmıştı. Dini ret mi ediyordu?
Allah’ın ilkeleri “bir insanın kalbini kırmak Kâbe’yi yıkmaktır.” diyerek sümük akıta akıta dilencilik yapanların elinde “terör” teşkilâtına dönüştürülmüştür. Ülkeye ihanet edilmiştir.
Biz yine inanıyoruzki “bir insanın kalbini kırmak Kâbe’yi yıkmaktır” diyen bir İslâm dini vardır. Söyleyen mi? Söyleten mi? Söylenen mi? Özne, nesne, eylem. Hangisine ağırlık vereceğiz? Sorun buradadır.
10-14. asır İtalya’sına gidelim: 1348 lerde Avrupa'da büyük bir veba salgınında tanık olduğu olaylardan etkilenen Boccaccio, 1351'de bitirdiği eserinde salgın günlerindeki Floransa’yı ele alır. Çıkarcı rahipler, hırsızlık, dolandırıcılık, istismar, saadet, kadın erkek ilişkileri, aşk yaraları, lafı yerine oturtan cümleler, öykülerin başlıca konularını oluşturur. Bir tanesini anlatalım.
Manzara şöyle; Bir manastır kapısını sağır rolü yapan genç çalıyor. Hepsi genç hanım olan bir rahibeler manastırından söz ediyoruz. Sağır (lâl) ve aç olarak kendisini gösteren delikanlı manastıra sığınıyor. Bahçıvanlığı kapıyor. Kendisini Tanrının ışığına adayan kızlar manastır bahçesinde gezerek ilâhi okuyarak eğitim yapıyorlar. Ama delikanlıyı ayartınca manastırda olanlar oluyor. Önce kızlarla ardından idareci hanım efendilerle haşna fişna işlemleri bir rezalete dönüşüyor. Delikanlı dayanamayıp konuşmaya başlayınca “bu bir mucize” diye çanlar çalınıyor kutsal manastırda.
Böylesi bir öykü 14. asırda yazılabilen mafya, cinayet ve hırsızlık ülkesi İtalya şunu kanıtlayabildi: “Barsakları temizleyebiliyor.”
İngiltere’de Canterbury Hikâyeleri, (The Canterbury Tales) 14. yüzyılda Geoffrey Chaucer tarafından aynı minval üzere yazılmış bir eserdir. Yine Amerika Boston Yasakları (Banned in Boston) da bu minval üzere “yazıya geçirilmiş gerçeklerdir” Fransız Molyer’in Tartüf’ünü de aynı sınıflandırmanın içinde görebiliriz. Yazıya dökülen bir toplumsal itirafnamelerdir bunlar.
Evrensel olan, en yerel olandır. Böyle olduğu için bugün de günceldirler.
Şimdi sıra bize geldi. Bağırsakları temizlemek zorundayız. Ortada bir ihanet hareketi var. Polisiye ve adli yönü bir tarafa bizim üzerine kafa yorduğumuz şey; zihniyet ve olgunun kuluçka ve olgunlaşma dönemi ardından sindirme ve yeni oluşum dönemine girdiğini kabul edersek müslüman olarak bize düşen “akıl” ve “düşünce” yeteneğimizi geliştirmektir. Hukuk sadece sonuca müdahele eder. “Düşünce” ise işi daha baştan çözer vesselâm. Biz aşk öyküleri değil “Ahlâkı Alai” yazmış bir millet olarak buna daha çok muhtacız. Biz kural vazetmişiz. Batılı ise roman yazarak hadiseyi betimlemiş. Yorumu okuyana bırakmış.
Bizde ne kadar istismar varsa Batıda da o kadar vardı. Halen de vardır, hem orada hem burada. Bu da evrensel gerçektir. İşte bu noktadan hareketle lâik ve liberal bir din zihniyeti İslâm dünyasında “insan”ı merkeze oturtabilir, diyoruz. İslâm dünyasında ise söz konusu zihniyet “ciddi değiller, dini aşağılıyorlar” diye kabul görmemektedir. Ama kişisel tecrübemizde dayanarak şunu diyebiliriz: Ülkelerinde İslâm ilmihali ve şeriat denince yeri göğü inleten din baronları Batı ülkeleri uçağına bindikleri anda modern kıravatlı beylere, fulyalı hanımlara dönüşüveriyorlar. İbni Haldun’un asırlar öncesinde gördüğü gerçektir bu. “Mustasvife” Tarikat taslakları diyor. Tazesi tazesine şöyle düşünelim: Pensilvanya’daki hainin beyninde “lâik ülke” diye bir kavram olsaydı ülkesi ve milleti olacaktı. İslâma da ülkeye de faydası olacaktı. Ama vara vara vardığı yer “ihanet ve terör” ile izah edilebilecek bir sonuç oldu. Çünkü özünde din zihniyeti sakattı. “Tanrının ışığı paranın peşinden gider.” diyen Japon atasözünün gereğini iyice yerine getirmişti.
Sıradan insanlar nasıl bir dini tavır sergileyeceklerdir? Budur şirazenin istikametini belirleyen. Eğer tavır doğru olursa rivayeti kendinden menkul kerametlerini anlatan şeyh efendiler ile öbür taraftan arazi tapusunu vererek kendileri burada cennette yaşayan kurnaz tacirlerin dinini dinlemeye devam etmez. Tavır; kendine güvenen iradesini taslaklara teslim etmeyen aklını kullanan “birey” olabilen bir sıradan müslümanın İbni Haldun’nun deyimiyle “mustasvife” din taslakları üretmeyen tarzı şekline dönüşmelidir. Başkalaşım ve dönüşüm yeteneğimizi kullanmalıyız. Yoksa mevcut din zihniyeti bizi köle yapıyor, kafalarımıza pıranga vuruyor. Mustafa Kemâl Paşa “Türkiye’de şeyhler, müritler olmayacak” derken bunu hedeflemişti.
Esasında Dekameronun Aşk Hikâyeleri ile imamın ordusunun isyan ve ihanet girişimi özünde aynı olan din istismarının farklı kimliklere bürünmüş ortak vizyonlarıdır. Yukarıdaki istismar temalı edebi ürünlerle aramızda 6 asırdan 9 asıra kadar çıkan mühlet gecikmesi vardır. Bunun üzerinde kafa yormalıyız.