Ders, Arapça; hâne ise, Farsça birer isimdir. Aynı şekilde; habs/hapis de Arapça’dır. Bunlar; Türkçe’mizde birer terkip teşkil ederek, “dershâne” ve “hapishâne” olarak kullanılmaktadır.
Birincisi, bir öğretici tarafından bilgi verilen mekân/yer/ev; ikicisi ise, adâlet karşısında suçlu bulunanların dışarı çıkarılmadan bekletildikleri cezâevi de denilen mekândır.
Dershâneler, okullarda bulunur. Kütüphâneler ve hakîkî mânâda okuma salonları manâsında olan kırâat-hâneler de serbest okuma mekânları olarak birebir aynı olmasalar bile, benzer vazîfeyi görürler. Ancak; böyle mekânlar artık yoktur.
Dershâneler; muallimler/öğretmenler/öğretim üyeleri tarafından yüzyüze ilim tahsil edilen yerlerdir. Buralarda; fen bilimlerinden, içtimâî ve dînî ilimlere kadar, her türlü tıbbî, edebî, fizikî, tabiî, felsefî, bediî...ilimler okunur/okutulur.
Şahsen; dershâneler ile, hapishâneleri birer ‘birleşik kap’ gibi görenlerdenim. Birinin baskın olduğu yerde, dîğeri o mekânı terkeder.
Kaplar birleşikse, onlardaki su veya madde veya hangi olgu, işin esâsını teşkil ediyorsa, bunlar aynı seviyede bulunurlar.
Ne demek istediğimi daha açık bir şekilde îzah edeyim. UNESCO raporlarına göre, Türkiye’de ortaöğretimdek PİSA başarı seviyemiz 72 ülke arasında 50. Sıralarda yâni sonlardadır.
Üniversitelerimizde, son istatistiklere göre ise, dünyada ilk dörtyüze girebilen üniversitemiz maalesef yoktur.
Zâten, “kültür, sanat ve eğitim” sahalarındaki başarısızlığımız bir süre önce, devletin en üst makamları tarafından da açıklanmıştı.
TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) raporlarına göre, 62 binin üzerinde olan okul sayımıza rağmen, okul kütüphânesi bulunan okul sayısı yirmisekizbin civarındadır ve bu rakam, okul sayısının yarısını bile bulmamaktadır.
Kaldı ki; kütüphânesi bulunan okulların hemen hemen hiçbirinde, bu kütüphâler faaliyette değildirler. Zâten, öğrenciler, bunlardan istifade edebilecekleri zamana bile sahip değildirler.
Dîğer taraftan, halk kütüphâneleri bakımından da çok fakîr olmamıza rağmen, olanların da istifadeye sunulması asla yeterli değildir. Sâdece, öğrencilere ödev verildiği belli zamanlar hâriç, bu böyledir. Zâten, ödev de kaldırılmış durumdadır.
Üniversite kütüphâneleri, elbette ki daha faaldirler. Fakat, hangisinin, hangi ihtiyacı ne kadar karşıladığının da tespiti yapılmamıştır. Hangi kapasiteye sahiptirler. Çünkü; o kadar çok üniversite açılmıştır ki, bunların bırakınız kütüphânelerini, onları okutacak öğretim üyeleri bile yeterli değildir.
Kısacası, okumaya çok uzağız. Gönüllü değiliz. Belli/tespit edilmiş zamanlarda -parkta, t(ı)ramvayda, sokakta, mesâî sonrasında, vapurda, v.s.’de- zorakî kitap okumanın gösterişten ibâret olduğu hâlâ idrâk edilmemiştir.
Okuma-yazma seferberlikleri de bundan çok farklı değildir. Hattâ, dünya istatistiklerinde, yüzde olarak değil, “binde birlerdeki okuma oranı”yla en gerilerde bulunan ülkemizin “maarif sistemi”nin ne ile iftihar ettiğini de anlayabilmiş değilim.
Bize, fikir üreten, ilim geliştiren, ufuk açan, tefekküre açık tartışmalı ve hür bir okuma seferberliği lâzımdır ki, bunu da en başta üniveritelerimiz, Millî Eğitim ve Kültür Bakanlıklarımız gerçekleştirmek mecburiyetindedir.
Böyle bir hamleye şâhit miyiz? Hayır!..
Dünya okuyorsa, dünya kitap yazıyorsa ve yayınlıyorsa, Türkiye niçin, hâlâ, umûmî mânâda okumayı değil, okul içi ders faaliyetlerini bile belli bir istikamete yönlendirememiştir?
Öğrencilerin sınıf geçmesi, başarımızın yüksek olduğunun ifadesi değildir. Her öğrenci, her dersten başarılı olmayabilir ammâ, beden eğitiminden yüz alan bir öğrencinin matematik veya bir başka derslerden geçmesini de anlamak mümkün değildir.
Bir genç, sâdece derse bağlı kalırsa noksan olur. Çocuk, genç veya herhangi biri, zevkine ve sahasına göre hem okuyacak hem de s(ı)por yapacaktır. Bu hususlarda yeterli imkânımız olup olmadığını bir tarafa bırakalım, bir usûlümüz ve bu usûle bağlı olarak bir millî hedefimiz mevcut mudur?
Çevresini müşahede altına alamayan, onunla irtibatlı olamayan genç kuru bilgilerin mahkûmu olur. Genç, çevresindeki târihî eserleri tanımalı, millî ve cihânşümûl kültürel değerleri görüp öğrenmeli, coğrafyamızın tabiî hususiyetlerine bizzat şahit olmalıdır.
Bundan onbeş sene kadar önce, bulunduğum şehirde, tarih bölümünden iki öğrenci, bu şehirdeki tarihî eserler hakkında bilgi almak ve bu hususta lisans tezi hazırlamak üzere bana gelmişlerdi..
Kendileri, dördüncü sınıfa başlamış yâni bu şehirde en az üç seneden beri ikamet eden ve üniversite tahsili yapan tarih bölümü öğrencileriydi.
Kendileriyle tanıştıktan sonra, onlara şöyle bir soru sordum:
-Nereli olduğunuz, tez konunuz benim için önemli değil...Ancak şu var ki, ikiniz de üç senedir burada okuyorsunuz değil mi? O hâlde, önce siz söyleyiniz, bu şehirde, kaç tane târihî câmi, kaç çeşme, kaç kilise, kaç köprü, kaç sur, kaç müze var?
İkisinde de çıt yoktu...Hadi, kiliseden, çeşmeden, köprüden geçtik, üç senedir bu şehirde bulunan bir tarih bölümü öğrencisi hiç değilse bir iki tane câmi ismi sayamaz mıydı?
Dedim ki:
-Sert yapılı, acımasız bir insan değilim ammâ, bu işlerde çok sıkıyım, şâyet hocanızın yerinde olsaydım size bu sene tez vermezdim!..
İkisi de şaşırdı!.. Böyle bir üniversite öğrenimi, böyle bir üniversite zihniyeti mi olur?
Tabiî ki, her seviyeli okulumuzda, sâdece ilmî bilgi noksanlığı değil, sistemsizliği mevcuttur...Bunda, şüphesiz ki, hiçbir öğretmenin kusuru yoktur. Çünkü onlar, sistemin sâdece birer elemanı’dırlar. Son on-onbeş senedir, uygulanan kılık kıyafet hatta tavır serbestliği büyük bir başıbozukluğu/başıboşluğu getirmiştir.
Öğrencinin, öğretmenini bile notla değerlendirebileceği düşüncesi sistemi kaosa sürüklemiştir.
Bu hâlde...
Sokaklarımızdaki aşayişsizlik, zînâ gibi hâllerin serbestliği, silâh taşımanın rahatlatılması, cinâyetlerin, gaspın, fuhşun artması hapishânelerimizi de tıklım tıklım hâle getirmiştir.
Birleşik kapın bir tarafı bilgisizlik, câhillik, lâçkalık, disiplinsizlik, bananecilik ...ise, öbür tarafı da hapishâneler olarak seviye belirlemektedir. Dershânelerin, kütüphânelerin yeterli olmadığı veya faaliyetlerini yeterince yerine getiremediği mekânlarda, hapishâlerin artması tabiî değil midir?
Adâlet Bakanlığı Cezâ ve Tevkîf Evleri genel Müdürlüğü’nün Ekim 2017’deki raporuna göre, Türkiye’deki tutuklu ve hükümlü sayısı son on senede yüzde yüzyirmibir nispetinde artmış ve 228.983’de yükselmiştir.
Yine, son on senede, 133 yeni Cezâ ve İnfâz Kurumu yâni cezaevi/hapishâne açılmış ve toplam hapishâne kapasitesi 207.279'a çıkarılmıştır.
Düşünelim: 1146 halk kütüphânesi bulunan Türkiye’nin 207.279 hapishâne kapasitesi vardır!..
Avrupa Konseyi raporlarına göre ise, son on senede, 43 Avrupa ülkesi arasında, cezâevlerinde en fazla tutuklu ve hükümlü bulunan ülkenin Türkiye olduğudur ve bu, Avrupa rekorudur.
Ne diyelim!!!???